Connect with us

Yazarlar

Kötülüğün Sıradanlığı Her Kesimde Aynı: Statükoculuk

Statükoculuk Barış Bayram

Kötülüğün Sıradanlığı Her Kesimde Aynı: Statükoculuk | Kötülüğün sıradanlaşmasını (yakınsanan ve “asla yapmaz” zannedilen bireylerin de en kınanası yanlışları bile sıkça yapmasını) hep kaçınılmaz olarak sağlayan mikro ve makro statükoculuklara karşı bireylerin düşünsel olarak özerk bir biçimde mücadele etmesi ve yaşam boyu kararlılıkla gerektiğinde somut olarak harekete geçmesi adaletin gerçekleşmesinin ve etik bir birlikte yaşama dünyasını tesis etmenin her zaman en temel ve zorunlu yöntemidir.

BARIŞ BAYRAM | “Statüko”, giriş niteliğinde bir tanım önerecek olursam, hangi bireylerin, örgütlenmelerin ve dayandıkları söylem bileşenlerinin, davranışlarının, üretimlerinin, düşünme vb. kabiliyetlerinin, motivasyonlarının, çalışmalarının, birlikte yaşama tarzlarının, kendini gerçekleştirmelerinin ve genel olarak varoluşlarının söz konusu somutlaşmalar karşılığında ne kadar statü, güç ve değerbilirlik ile ödüllendirildiği ve cezalandırıldığı, kimlerin ve nelerin hangi olumlanma ve olumsuzlanma karşılıklarına denk düşmekte olduğu ve böylece tüm bu mevcut durumlar ve bu durumların böyle olmasını sağlayan geçmiş ve mevcut sistemler, yapı ve ilişki örüntüleri, ödüllendirme ve cezalandırma mekanizmaları, sosyal normlar, güç ilişkileri, etik anlayışlar, eğitim ve ekonomi sistemleri, kaynak dağıtımı, ideolojik ve kuramsal temeller, düşünsel araçlar, hakim olan ya da olmayan ancak birileri tarafından kullanılan entelektüel yaklaşımlar, bireylerin tekil etkileşimlerindeki değer belirleme biçimleri ve bunlara ait adalet ve adaletsizlik örüntülerinin bütünüdür.

Ancak yukarıda tanımını yaptığım “statüko” çok sayıda makro statükonun oluşturduğu bütünsel bir statükodur; örneğin, Türkiye’de statüko. Dolayısıyla, yine sıralanan bileşen maddeleri kendi içerisinde bütünsel bir şekilde bir araya getiren ve birbirinden farklı olan çeşitli makro statükolar vardır; örneğin, “din-referanslı statüko” diyebileceğimiz bir makro statüko, “seküler statüko” diyebileceğimiz bir başka makro statüko, seküler statüko ile kesişen ancak aynı statüko olmayan “laiklik statükosu” diyebileceğimiz bir başka makro statüko, “kapitalist statüko”, “anti-kapitalist statüko”, “milliyetçi statüko”, “navegan statüko” vs. yüzlerce makro statüko saptanıp ayrı ayrı inceleme nesnesi yapılabilir, zira her bir makro statüko kendine özgü statüko örüntüleri ile çeşitli yönlerde etkiler üretmektedir. Mikro statükolar ise makro statükolardaki bileşen rollerine karşın kendilerini tüm makro statükolardan ayıran birtakım başkalıkları olan ve bu başkalıkları kavramsal ve özgün bir ayrım yerine çoğu kez belli örüntülerle kabilecilik yapmakta ortaklaşmaktan kaynaklanan etkileşim ağlarına özgü çoklu örüntüleriyle daha sık karşılaşılan ve genellikle görece daha az sayıda bireyin oluşturduğu statükolardır.

Statükoculuk: ‘Makro Statüler ve Mikro Statüler Birbirini Güçlendirme Eğilimindedir’

Statükolar entelektüel otonomi ve adalet ilkelerini en temelden esas almadıkları ölçüde ilerlemeden ve etikten şu şekilde uzaklaşmaya mahkumdur: Makro statükolar ve mikro statükolar birbirinin söylem ve çıkarlarına destek verdiği ölçüde birbirini güçlendirme eğilimindedir. Bu, ayrıca, makro statükolarla başka makro statükolar arasında da görülen bir dinamiktir, tıpkı mikro statükolarla başka mikro statükolar arasında olduğu gibi. Elbette tersi durumlarda ise birbirini güçsüzleştirme çabaları belirmektedir.

Aynı “statükolar-arası” sorunlu dinamikler herhangi bir statükoda -örneğin 2 bin bireyden oluşup yoğun bir şekilde kabilecilik yapan Norveçli vejetaryen liberal bilim insanlarından ibaret bir sosyal ağa ait bir mikro statükoda- herhangi bir bireyin ya da üretim veya kabiliyetlerinin nasıl karşılıklar bulacağını belirleyen “statüko-içi” örüntülerde de geçerlidir. Bir mikro -ya da makro- statükoyu ve dolayısıyla o statükonun en yüksek statüleri ve güçleri sağlamayı doğru bulduğu (ve doğru olmadığı ölçüde de akladığı) ve böylece sağladığı bireyler, örgüt(lenme)ler, davranışlar, eserler, düşünsel araçlar, kuramlar vesairesini en çok destekleyenler söz konusu statükolarda en çok ödüllendirilir ve bir de elbette aynı ödüllendirme kriterlerine en çok uyanlar. İlgili statükonun kriterlerindeki ve bunların bileşen yaklaşım ve temellerindeki yanlışlar sorunlu seçimlere neden olduğunda güç ve statü kaygılarıyla bu sorunlu kriterlerin karşılamaya yönelen bireyler seçilip yükselebilmekte ve güçlendirilmektedir. Bu sorunlu örüntü ve yaklaşımları eleştiren ve aşan ve dolayısıyla -kendi özerklikleri ve adaletli anlayışları sayesinde- kendilerinden beklenen sorunlu uyumluluğu sağlamaktan kaçınan ve sonuç olarak etik ve entelektüel bakımlardan daha kabiliyetli olan (statükoların etik ve ilerleme doğrultularının ve toplumun en çok ihtiyaç duyduğu ve ödüllendirilmesi adaletin sağlanabilmesinin en temel gereği olan) bireyler ise statükolar tarafından güçsüzleştirilmekte ve hatta çatışmanın boyutuna göre tamamıyla dışlanıp yok edilmeye çalışılmaktadır.

Otoriteryenliğin Dayanılmaz Pasifliği

Tüm Statükoculuklar Uygarlaşma Bağlamında Gerilemeye Neden Olmaktadır

Statüko fenomeni hakkındaki açımlamalarımın “statükoculuk” fenomenini aydınlığa çıkarıp hakikat kalitesi yüksek bir biçimde erişilebilir hale getirdiğini düşündüğümden statükoculuk tanımımı bu noktada önermeyi uygun bulmaktayım. Statükoculuk herhangi bir statükonun içerisinde statü ve güç edinme, koruma veya ilerletme kaygıylarıyla o statükonun mevcut durumundaki adaletsiz ve sorunlu olan her tür -ve herhangi bir, ancak elbette en çok daha daha fazla yatırım yapılmış ve dayanak noktası kılınmış- durumu, kriteri, sistemi, olayı, sonucu, bileşeni, temeli, örüntüyü, mekanizmayı ve dinamiği olumlamak ve ters yöndeki sarsıcı/bağdaşmaz yaklaşımlara karşı mezkur statükoyu desteklemek ve dolayısıyla böyle uyumlu/bağdaşır eğilimlerde beliren bir zihniyet ve varoluş biçimi anlamına gelir.

Hangi kesimde olursa olsun tüm statükoculuklar ve dolayısıyla her tür makro statükoculuk ve mikro statükoculuk aynı sorunlu örüntülerle adaletsizliklere, kabiliyetsizliklere, kötülüklere ve uygarlaşma bağlamında gerilemeye neden olmaktadır.

Statükoculuğa ilkece karşı durmak, statükoculuğun temel sosyokültürel örüntülerinden başlıcası olan kabileciliğe karşı hakikaten ve kabiliyetli bir şekilde mücadele etmek ise statükocu ve kabileci örüntülerin düşmanlığını kazanmaya en ciddi ölçüde neden olan ters düşme tarzlarındandır.

Statükocu statükolar (statükolarının statükoculuğunu yapan bireyler) onları desteklemenizi, onların ödüllendirdiklerini ödüllendirmiş olan sistem ve örüntüleri desteklemenizi, hiç değilse onlarla bağdaşmazlıklara ve ters düşmelere yönelmemenizi talep eder ve bu statükocu beklentinin gerçekleşmesini sağlamak üzere tüm güç ve olanaklarını kullanır.

Statükoculuk en çok da ilgili statükolarda en fazla güç ve statü edinmiş birey ve örgüt(lenme)lere yarar, zira statükonun sorunlu bileşenleri sarsılarak düzeltilmeleri gerektiği ortaya çıktığında sorunlu bileşenleri sayesinde en çok güç ve statü edinmiş olanlar bu statülerini o ölçüde kaybetmelerine ve bu sorunlu bileşenler yüzünden kendilerine adaletsizlik yapılarak güç ve statü bakımından dezavantajlı kılınmış bireyler de daha kabiliyetli ve hak eden taraflar oldukları anlaşılacağı için kendilerine geçmişin telafisi de dahil çok daha fazla güç ve statü sağlanmasına yönelik statükonun kaynak dağıtımında ilgili bireylere de ciddi maliyet üstlenmeler düşebilen birtakım değişiklikler zorunlu hale gelecektir. Dolayısıyla, en küçük bir kuramsal bağdaşmazlık ya da geçmiş veya şimdiye ilişkin ya da geleceğe (önerilere) dair minör bir ters düşme ve düzeltici ayrım bile statükocular -özellikle de en güçlü ve en yüksek statü sahibi bireyler, otorite ve elitler- tarafından bir tehdit olarak algılanabilmektedir. Hele ki temelleri dönüştüren etik ve entelektüel eleştiriler, çürütmeler ve alternatif inşalar ise statükocu bireylerde -bilhassa statükocu otorite/elitlerde- söz konusu değişimleri önerip eleştiri getiren bireylere karşı faşist bir düşmanlık isteği ve çabasını kaçınılmaz olarak doğurmaktadır.

Bu yüzden, bahse konu sorunlu anlayışları ve nedenselliklerini anlamadıkça ve terk etmedikçe, statükoculuklar, kabilecilikler ve -pasif- otoriteryenlikler her zaman her kesimde hakim sosyokültürel örüntüler olarak insanların varoluşlarını en temelden belirlemeyi sürdürecektir.

Değişmekten Kaçınarak İlintili Statükoların Bir Parçası Olmayı Sürdürürüz

Statükoculuğun dışsal etki kaynaklarını bu şekilde belirledikten sonra nihayet konstitüsyonumuzun sorunlu içsel etki kaynaklarını açıklığa kavuşturmamızın vakti geldi düşüncesindeyim: Statükoları hep farklı etkileşim ağlarımızda devraldığımız ve dolayısıyla tüm adaletsizlik etkilerine rağmen içselleştirdiğimiz ve severek desteklediğimiz tarzlarda kendimiz yeniden üretip yaşıyoruz; yani statükolar önce ve en çok da bireylerin kendi varoluşlarında kendi bireysel geçmişlerinden beslenip güçlenerek ve kendi -sorunlu- geçmişlerini aklama motivasyonundan kaynaklanarak somutlaşıp aktif hale gelen örüntülerdir.

O yüzden, statükolar sadece kendi dışımızda gerçekleşmekte olanlardan değil, aynı zamanda kendi benliklerimizin en derin örüntü ve temellerine kadar kendimize ait gördüğümüz tarzda içimize yerleşmiş olanlardan oluşur. Diğer bir deyişle, statükolar ile ters düşmek, onları eleştirmek, sarsmak, aşmaya ve düzeltmeye çabalamak hem bu statükolardan çıkarları bulunan başkalarını hem de aynı sorunlu örüntüleri o ana dek uzun zamandır taşıyan kendimizi “rahatsız eder” ve bu rahatsızlıklardan ve ilintili maliyetlerden kaçınmak amacıyla mevcut durumumuzu korumak isteriz ve sonuçta değişmekten kaçınarak ilintili statükoların bir parçası olmayı sürdürürüz. Böylece bir statükonun parçası olanların etkileşimleri aracılığıyla statükolar gitgide güçlenir ve düzeltilmeleri gittikçe zorlaşır, neredeyse “olanaksızlaşır”.

Dolayısıyla, statükoları sarsmak bireyin önce tüm yakınsadıklarına ve kabilecilik beklentisindeki çevresindekilere rağmen, cesaretle ve maliyet üstlenerek kendindeki sorunlu statüko bileşenlerini tespiti, eleştirisi ve kurtulma çabası olarak kendini değiştirip dönüştürmesi ve dolayısıyla ilintili geçmiş ve mevcut sorunlu statüko örüntüleri için gerekli telafi ve alternatif inşası çalışmalarını gerçekleştirmesi anlamına gelmektedir.

Statükolar sayesinde elde ettiğimiz adaletsiz avantajları, statüleri ve gücü terk etmek, dağıtmak, aynı şekilde statükolar sayesinde başkalarının elde ettiği adaletsiz avantajları, statüleri ve gücü de geri almak ve adaletsizce güçsüz ve statüsüz bırakılmış daha kabiliyetli olanlara bu statü ve güçleri sağlamak gibi hem kendi geçmiş ve mevcut durumumuza hem de yakınsadıklarımız dahil kendi statükolarımızdaki başkalarının geçmiş ve mevcut durumlarına karşı düzeltme ve telafi odaklı bazı değişiklikleri hayata geçirmenin zorluğudur, bir bireyin herhangi bir düşüncesini ya da davranışını değiştirmesini zorlaştıran. Yani ne geleneğin etkisiyle ne normalleştirmelerle ne de kapitalizmle ve benzeri büyük güçlerle ilgisi var, statükoların ve insanların -etik, entelektüel ve adalet bağlamlarında değişmeleri çok kritik önemde olduğunda bile- değiş(e)memelerinin.

Yanlış Toplumda Doğru Politikacı Yükselemez

Statükocu Statükoları Sarsabilecek Bireyler Akademik Hayatta İlerleme Kaydedemez

Statükocu statükolar kendi statükolarını destekleyen ve aklayan kuramları, etik anlayışları ve akademik araştırmaları üreten bireylere güç ve statü artışı sağlar ve tam da böyle yapıldığı için güç-yöneltimli statükocu bireyler de akademik ve diğer entelektüel üretimlerinde güç ve statü kaygısı önceliği ile böyle statükocu üretimler yapar ve statükoların adaletsizliklerini daha da fazla destekler ve aklar. Statükolar da etik, entelektüel ve akademik bakımdan daha düşük kabiliyetli olan bireylere bu desteklerine karşılık adaletsiz bir şekilde en yüksek statü ve olanakları sağlar. Dahası, böyle yükselen akademisyenler vesaire de öğrencilerinden ve bağımsız üreticilerden sadece bu sorunlu ve düşük yaklaşımları destekleyen ve hiç değilse bunlarla bağdaşmaz olmayanları yükseltir ve diğerlerini yok etmeye çalışır ve hatta böylece kendisine sağlanan yüksek statü ve gücü sayesinde yok eder. Toplum da kabilecilik ve pasif otoriteryenlikleriyle ve adaletsizlik ve entelektüel otonomisizlikleriyle söz konusu yok etmelerde çok güçlü bir suç ortağı olur ki bu da statükoculuğun yaygın bileşenlerindendir. Bu adaletsiz karşılıklı güçlendirmeler statükoların düzeltilmesini önlediği gibi statükoları aşıp sarsabilecek ve alternatif inşalar gerçekleştirebilecek kadar yüksek kabiliyetli bireylerin eğitim hayatında en düşük notlarla başarısız olmalarına ve akademik olarak değersizleştirilip tamamen dışlanmalarına neden olur. Tam da bu yüzden, etik, adalet ve entelektüel otonomi kabiliyetleri düşük olanlar yüksek statü sahibi akademisyenler tarafından resmi ve formel biçimlerde ödüllendirilip yükseltilir. Zira yüksek statü sahibi ve böylece başkalarını yükseltme(me) konusunda en ciddi güçleri elinde bulunduran akademisyenler sadece kendilerinin devralmış oldukları sorunlu kuramsal yaklaşımları kendilerinden devralan ve eleştirmeyen öğrencilerini ve dahası devralıcı ve ters düşmeyici bir pasif otoriteryenlik zihniyetindeki öğrencilerini yükseltir ve öğrencisi olmayanlar arasından ise sadece bu tür düşünce insanlarına ve yazarlara değer verir ve onları güçlendirir. Böylece statükocu statükoları sarsabilecek bireyler akademik hayatta ve entelektüel çevrelerde statü anlamında ilerleme kaydedemez ve entelektüel kariyerlerinde asla başarılı olamazlar, en üstün ve faydalı kabiliyet ve üretimlerine rağmen en düşük statüde bırakılıp ekonomik olarak dezavantajlı kılındıkları gibi her tür sosyal bağlamda da bu şekilde sistematik olarak güçsüzleştirilirler.

Bize güç veya destek sağlaması daha muhtemel birey ve örgütlenmelerin güçlerini maksimize etmek -zira aksi takdirde bize güç sağlamak istediklerinde bile güçleri daha önce azaltıldığı için daha az güç sağlayabilecekleri şeklinde nahoş bir gerçek söz konusudur- ve yine onların bize güç sağlamayı seçmesini daha olası kılmak için bir tür hile-kapsayıcı yatırım gibi birilerine adaletsizlikleri dahil birtakım yanlışlarında destek vermek ya da mümkün mertebe ters düşmeyici ve bağdaşır pozisyon almak kabileciliğin esas örüntüsü olduğundan statükoculukların kendilerine uygun kabilecilikleri neden desteklediği böylece iyice anlaşılmıştır zannediyorum. Ve çoğunlukla daha çok sevdiğimiz, saydığımız ve düşünsel olarak ya da çeşitli bakımlardan önemseyip yakınsadığımız bireylerle birbirimizi adaletsiz tarzlarda desteklediğimiz kabileciliklerimizden ve ilintili statükoculuklarımızdan kurtulmamız gerektiği hususuna odaklanmak istiyorum.

Nepotizme Karşı Mücadele Etmek Gerekir

İçine doğduğumuz kültür ve ortamlardaki statükolar ve böylece kendimizi içine hep çoktan düşmüş bulduğumuz ve çoğu zaman farkına bile varmadığımız adaletsizlik ve kötülüklerini devraldığımız statükoculuklar çok çeşitlidir. Eş, sevgili, dost, aile, akraba dahil sevdiklerimiz, hayranlık duyduklarımız, güçlerine gerçekten çok fazla ihtiyaç duyduklarımız, kariyer ve statülerinden hareketle kendilerine üstünlükler atfettiklerimiz, politik liderlerimiz, çalışma arkadaşlarımız vb. yakın sosyal ağlarımız, hocalarımız, öğrencilerimiz vesaire adaletsizliklerin en çok üretildiği, yanlışları en erken, kalıcı ve yaşam boyu hep yeniden ve farklı biçim ve içeriklerle çok daha fazla devraldığımız ve bizi statükoculuk, otoriteryenlik ve kabilecilik yapmaya ciddi ölçüerde çeken statükoları oluşturur.

Oysa her kesimde oldukça eleştirilen nepotizm de -daha sorunlu, yaygın ve karmaşık kabilecilikler kadar adaletsizlikler üretmemekle beraber- en basit, bariz, eleştirilmesi görece kolay ve ürettiği adaletsizlik biçimlerinin ve söylemsel yanlış inşa tarzlarının yapısal olarak çok daha kısıtlı olduğu bir kabilecilik formu ve daha karmaşık kabileciliklerin içerisinde de sıkça rastlanan bir kabilecilik bileşenidir. Dolayısıyla, nepotizme karşı mücadele etmek gerekir, ancak diğer kabilecilik türlerine karşı çok daha ciddi bir mücadele gerekmektedir. Böyleyken nepotizmi eleştirip akademik, politik ve sosyal etkileşimlere özgü kabilecilikleri yıkmaya ve düzelterek dönüştürmeye çalışmamak ve ısrarla böylesi kabilecilikler yapmaya devam etmek kabul edilemez bir etik sahtekarlıktan ve sorunlu bir yüzeysellikten öte anlam taşımaz, ancak maalesef bu hileli pozisyonun da daha ciddi adaletsizlikleri gizlemek için gitgide tercih edildiğini üzülerek gözlemlemekteyim.

Statüko dendiğinde yaygın ve manidar bir yanlış anlamlandırma ile insanların aklına en çok da politik erkin uygulamaları, müesses nizam, kurulu düzenin temel dayanakları, devletin kuruluş kodları, “devlet politikası”, hakim gelenekler, çoğunluğun benimsediği normlar, toplumun genelinde kabul gören düşünce ve davranış örüntüleri, yukarıdan aşağıya dayatılanlar ve hatta özgürlükleri kısıtlayan ahlakçı anlayışlar, bir devletin hukuki ve benzeri metinleri ve resmi majör kararları dahil kurucu bileşenleri, ekonomik yapılar ve makro faktörlerin gelmesi şeklinde bireylerin kendi varoluşlarındaki adaletsizlikleri gizlemek üzere meseleyi çarpıtıcı bir indirgeyicilik ile uzaklarda bir yerdeki bir “karşı tarafa” atmalarındaki yanılgının derinliği ise karşımızdaki meselenin toplumsal kaynakları anlamında ne kadar ağır olduğunu gösteriyor.

Bir yandan eğitim sistemini -elbette haklı olarak- eleştirip diğer yandan aynı eğitim sisteminde yükselip statü kazananları daha seçilesi bulmak ve bu eğitim sistemini aşan etik ve entelektüel (akademik dahil) kabiliyetleri dolayısıyla yükseltilmeyen ve harcanan kabiliyetlere de düşük statülerini layık görmek yine statükoculuğun yaklaşımlarının ne kadar gülünç derecede yanlış ve sorunlu olduğunu gösteren bir diğer örüntü. Aynı yanılgı elbette iş hayatı vb. kariyer ve sosyal yaşam durumları için de geçerli.

Statücülük Yapmak Statükoculuk Yapanları Destekler ve Güçlendirir

Statükoculuk ile ilgili bir diğer konu da daha yüksek statü sahibi bireylerin bu statülerini hak ettikleri ve bu hak etmelerinin altında da kendi kabiliyetlerindeki bazı artıların olduğu şeklinde bir yanılgının statükocu bireylerde aşırı boyutlardaki varlığı olarak özetlenebilir. Dahası, statülerine böyle yüksek anlamlar atfettikleri için kendileri de bireylere yaklaşımlarında statücü bir ayrımcılık yaparlar. Yine tam da bu ayrımcılığa paralel olarak kendileri de statülerini yükseltmek isterler ki kendilerine yönelik de böyle bir yüksek değer atfetme ve olumlu ayrımcılıklar ve adaletsiz ölçüde fazla yüksek destekler gelecekte sağlanabilsin. Dolayısıyla, statücülük yaparak gelecekte edinebilecekleri daha yüksek statülerin adaletsiz avantajlarına sosyokültürel bir destek zeminini güçlendirmeyi de amaçlamaktadırlar, bilinçli olarak ya da değil. Diğer bir deyişle, bu sorunlu zihniyetin yanılgısının örtük formülü şöyledir: “Statücülük yaygınlaşırsa statüm ilerleyince bana daha fazla adaletsiz destek sağlanır ve ben de statü elde etmeye yönelik yaşadığım için statülerimi statükoculukla ve kabilecilikle hep daha fazla yükseltebileceğimden en çok da ben avantajlı çıkarım. Ayrıca, statükocu statükolarda en yüksek statü sahibi bireyler de statücülüğümü ödüllendirecektir, statücülük yapmam sayesinde statükoları desteklemeye ve aklamaya olan direkt sosyokültürel katkılarım sebebiyle.”

Böylece şu denklem de sağlanmış olmaktadır: Statücülük yapmak statükoculuk yapanları destekler ve güçlendirir. Statükoculuk yapmak da statücülük yapanları destekler ve güçlendirir. Dahası, statücülük ve statükoculuk yapmak statükoyu ve statükolarda verilmiş statüleri ve bunun için de sorunlu statükoları aklama yanlılığını (status quo bias & status quo justification) ve statükoların sorunlu/yanlış/yanıltıcı statüler sağlama/dağıtma işlevindeki sorunlu sistemlerini aklama (system justification) mekanizmalarını destekler ve hatta üretir.

Peki olumlu anlamda bahsettiğim “statükoyu sarsmak” nedir? Statükoya karşı değil, ama statükoculuğa karşı mücadele etmek anlamına gelir. Zira statükoyu sarsmak demek müesses nizamı (kurulu düzen, Establishment) yok etmek değil, sorunlu örüntülerini en temel düzeyde de olsa sarsmak, dönüştürmek, düzeltmek ve aşmaktır. Sorunlu statüko örüntülerine laiklik, insan hak ve özgürlükleri ve demokrasi gibi en temel ilkeler dahil değildir, zira bunlar asla vazgeçilmemesi ve bilakis hep korunması ve daha ileri gerçekleşmeleri için çabalanması gereken temel nitelikte ilkelerdir. Ancak etik kuramlar, eğitim sistemleri, toplumsal ödüllendirme biçimleri, sosyokültürel örüntüler, akademik yaklaşımlar, sosyal normlar vesaire böyle değildir ve en temelden sarsmak en temel gereklilikler olabilmektedir. Dolayısıyla, Aydınlanma ilkelerinden ve Batılı uygarlaşma doğrultularından vazgeçmekten söz etmiyorum; tersine tam da Aydınlanma ve Batılı uygarlaşma ilke ve doğrultularında mevcut statükoları düzeltmekten, Batıyı (Batıdaki mevcut statükoları) bile bu anlamda aşmaktan, yöntem, kural, kuram, sistem, yapı ve örüntüleri konusunda en temelden dönüşümleri etik, hakikat ve adalet uyarınca en tavizsiz öncelikler olarak gerçekleştirmekten ve mevcut bulunanlardaki sorunlu olanları yıkıp yerlerine bunları çürüten daha sağlam alternatifler inşa etmemiz gerektiğinden bahsediyorum. Hep sadece devralmak yerine, yeniden araştırmalı, sorgulamalı, yaratmalı, denemeli, inşa etmeli ve aşmalıyız. Bunu yapmadan (yapamadıkça) neyi devralmamız ve neyi orijinal olarak bizim yaratıp başkalarının devralmasına sunmamız ve önermemiz gerektiğini keşfedemeyiz ve asla böylesi olanakları gerçekleştiremeyiz.

Kabilecilik Sadece Karşıt Ya Da Düşman Gruplardan Bireylere Karşı Yapılan Bir Şey Değildir

Son olarak kabilecilik ile statükoculuk arasındaki kritik bağlantıları daha anlaşılır kılmak amacıyla “Kabilecilik: Karanlıkların En Güçlü Kaynağı” başlıklı yazımdaki açımlamalarıma ek niteliğinde kabilecilik hakkında birkaç konuya değinmek istiyorum.

Kabilecilik sadece karşıt ya da düşman gruplardan bireylere karşı yapılan bir şey değildir. Kabilecilik “ilerici” kesimler tarafından “ilerici” bir bireye karşı da en aşırı boyutlarda yapılabilmektedir, tıpkı “gerici” kesimler tarafından “gerici” bir bireye karşı yapılabildiği gibi. Örneğin kabilecilik yapan 300 vegan bireyden oluşan bir kabile kendi kabileci statükolarını sarsan ve aslında veganlığa kendilerinden çok daha kabiliyetli ve adalet zemininde katkı sunabilen ve dahası kabilecilik yapmayan vegan bir bireye karşı statükocu ve kabileci bir düşmanlık sergileyebilmektedir. Aynı şekilde kabilecilik yapmakta ortaklaşan 5 bin çevreci birey aslında akademik yaklaşımları ve kabiliyetleriyle çevreciliğe kendilerinden çok daha fazla katkı sağlayabilecek bir çevreciye karşı kabilecilik yapabilmektedir. Kabilecilik yaparak adaletsizce yok ettikleri ve kendi en temel idealleri için potansiyel katkılarını bile reddettikleri söz konusu çevreci birey hiçbir gruba ait olmayabilir ve dolayısıyla kabilecilik tarzındaki adaletsizlikler hiç de grup ya da kimlik temelli bir ayrımcılık gibi işlemesi zorunlu olmayan ve çok daha yaygın ve sorunlu etkiler üreten bir adaletsizlik formudur.

Dolayısıyla, bir insan kabilecilik yaptığı ölçüde ne hakikat ne kabiliyet ne entelektüellik ne etik ne liyakat ne ilerleme ne de adaleti dikkate almakta, hatta yaptığı kabilecilikler yoluyla böylesi temel değerleri azaltan süreçlere ve statükolara destek vermiş olmaktadır.

Kabilecilikte ortaklaşılan kabile üyelerinin ters düştüğü bireylere karşı her tür sistematik boyutlara varan sosyal şiddet, ayrımcılık, kötülük ve adaletsizlik kabileciliğin kaçınılmaz ve en sık karşılaşılan etki örüntülerinden biri olduğundan bu yapılan yanlışların devlet faşizminden daha hafif bir şey olduğu yönünde kendimizi kandırmamalıyız; bilakis, kabileciliğe maruz bırakılan bireylerin böylece maruz kaldıkları kötülük ve adaletsizlikler çok daha ağır olabildiği gibi dayanışabilecekleri bir grup da çoğu kez bulunmaz, hatta kabilecilik yapmadıkları için toplumda en çok haksızlığa uğrayan ve her kesimin sorunları için dayanışmaya kritik katkılar sunsalar da hiçbir kesim ve grup tarafından destek görmeyen en dışlanmış bireylerdir onlar çoğu kez. Çünkü azınlık da olsa bir grubun üyesi bir adaletsizliğe maruz kaldığında grubun diğer üyeleri aynı kimlikleri temelinde kendilerine karşı da böyle bir ayrımcılık yöneltilebileceğinden korkarak kendi çıkarları için araçsal olarak ve(ya) kimlik ortaklaşmaları ve grup aidiyetleri dolayısıyla içten bir isteklilikle söz konusu grup üyelerinin yardımına koşarlar ve çeşitli sermaye ve medya desteği olanaklarını de dayanışma ve direniş süreçlerine dahil etmek üzere ortak çalışmalara girişirler. Ancak grup/kimlik temelli olmayan adaletsiz ayrımcılıklara maruz bırakılan bireyler, özellikle de kabilecilik ve statükoculuklar ile ters düşmelerinden kaynaklanan bağımsız ve yüksek kabiliyetli bireyler ise kaçınılmaz olarak yalnız kalmaktadır, şayet toplumlarında entelektüel özerkliğe, adalete, etiğe ve ilerlemeye hakikaten önem veren zihniyet ve kabiliyette bireyler yeterince yok ise.

Tıpkı statükocu statükolarda en yüksek statü sahipleri adaletsizliklerin en güçlü üretici ve destekçileri oldukları gibi, kabilecilik yapan kabilelerde de otorite görülen bireyler kötülüğün sıradanlığında majör bir işlevi yerine getirir: Otorite görülen bir birey (mesela öğrencilerinin en çok saydığı hocası olan bir akademisyen) bir görüşünü değiştirince onu otoritesi sayan ve hiçbir özerk yaklaşım geliştiremeyen pasif otoriteryenlik içerisindeki bireyler (mezkur akademisyenin öğrencileri) aynı değişimleri de sorgulamadan devralmaktadır. O kadar ki onun görüşünü temellendirme biçimini de devralırlar. Bu görüş bir tür eleştiri ise eleştiriyi tüm gerekçeleriyle birlikte devralırlar ve bunun sonucunda eleştirel düşündüklerini zannetmek gibi çok sorunlu bir başka yanılgı içerisine de düşmüş olurlar. Oysa eleştirel düşünme kabiliyeti tam da mezkur otoritelerinin kendilerine sundukları yaklaşımları özerk olarak ele alabilmeleri ve gerekirse onunla sonuna dek ters düşebilecekleri ve hatta gerekirse hep öyle kalabilecekleri bir kalitede düşünebilmeleriyle olanaklı olurdu. Elbette otoriteleri bazen doğru bir şeyi doğru bir temellendirmeyle de sunabilir; kendini çok fazla maliyet üstlenmeden düzeltebileceği ya da düzeltmesi kaçınılmaz ölçüde gereken bir durum sebebiyle bir görüşünü değiştirmesi de söz konusu olabilir ki statükocu statükolarda etik ve entelektüel bakımlardan değişiklik, düzelme ve ilerlemeler de maalesef güçlü veya otorite olan bireylerin bu tarz sığ değişimleri ve bunların diğerleri tarafından devralınması yoluyla gerçekleşir. Ancak yüksek statü sahibi birey yanlış bir şey sunduğunda da diğerleri devraldıklarından, doğru bir şeyi sunduğu durumlarda da aslında sadece pasif bir otoriteryenlikle kopyalamış olmaktadırlar ve bahse konu doğru şeyi derinlemesine değerlendirebilmiş değillerdir. Zira daha sonra otoriteleri olan birey o şeyden vazgeçip yerine bu kez yanlış bir şeyi de önerse yine doğru şeyi bırakıp yanlış öneriyi devralmaktan kaçınmayı beceremeyecek ölçüde kabiliyetsizdirler, söz konusu statükocu diğerleri. Devraldıklarının dışına ters düşecek veya bağdaşmaz ölçüde çıkamayan ve kendilerini veya otoritelerini kendileri özerk olarak düzeltemeyen ve değiştiremeyen pasif düşünselliklerden ve pasif varoluşlardan ibaret bir yaşamları vardır, akademik kariyerleri ne kadar ilerlese de, Batıdaki en prestijli üniversitelerde bile.

Biri Normalleştirme Mi Dedi?

Kabilecilik Her An İçine Düşülebilir Bir Sorunlu Durum

Bu pasif otoriteryenliğin kabilecilik ve statükoculuk bağlamında çok sorunlu etkileri söz konusudur. Örneğin, Derridacı kabilecilikler yapan bir topluluktaki en iyi Derridacı sayılan ve akademisyen hoca olan bir otoritenin en iyi Derridacı ve referans alınan çalışmasını kabileci toplulukları dışından biri çürütüp yerine çok daha sağlam ve faydalı bir çalışma sunarsa kabilecilik yapan bu topluluk söz konusu çürütücü çalışma sahibini en yüksek şekilde ödüllendirmesi gerektiği halde, tam tersine en ağır adaletsizliklerle güçsüzleştiren biçimde ona zarar verip onu dışlayacak ve çalışmasından yararlanmayacağı gibi bu çalışmasından başkalarının da yararlanmamasına çabalayacak ve hatta aynı bireyin konuyla ilgisi olmayan başka çalışmalarından bile kimsenin yararlanmaması için de en adaletsiz stratejilerle uğraşabilecektir ki bu şekilde de olsa kabiliyetlerinin değeri bilinir ve güçlenirse diğer çatışılan çalışması da güç kazanıp kendi kabilelerinin adaletsizce sahip olduğu ve sorunlu etkiler üretmelerine yol açan şeylerinin ve böylece güç optimizasyonlarının aleyhine bir etki üretebilir şeklinde bir zihniyet ile.

Zira kabilecilik yapan bir birey belli kabilecilikler yapmakta ortaklaştığı kendi topluluklarındaki denk ya da otorite konumundaki üyelerin olumladığı, değerli bulduğu ve ödüllendirdiği ya da olumlayabileceğini, değerli bulabileceğini ve ödüllendirebileceğini sezdiği birey ve şeyleri aynı ölçüde olumlar ve ödüllendirirken yine söz konusu kabile üyelerinin (dolayısıyla kendi müttefiklerinin) olumsuzladığı, değerli bulmadığı (hatta değersiz bulduğu) ve cezalandırdığı ya da bunları yapacağına dair yeterli sezgilere sahip olduğu durumlarda da yine benzer bir uyumluluktaki seçimlere yönelir. Burada yakınsama ve ortaklaşmalar üzerinden kabileci topluluklarına uyumunda bazen isteklilik çok yüksek olabilirken bazen sadece stratejik ve soğuk bir uyum da söz konusu olabilmektedir ve her iki halde de en büyükleri dahil tüm adaletsizlikler bu tür kabileciliklerden kaynaklanmış olur. Elbette bireyler istekliyken daha ziyade kendi yakınsayan olumlamalarını da ilerletmiş olduklarından daha temel bir ek motivasyonları da söz konudur…

Kabilecilik her an içine düşülebilir bir sorunlu durum. Geçmişi telafi etmek ve bundan sonra kabilecilik yapmayacak biçimde kendi kaliteli entelektüel otonomimizi geliştirmekle kalmayıp bundan sonra bu eğilime kapılmamıza karşı kendi kendimizi hep kontrol etmeli ve özeleştirel yaklaşımlarımızı ve ilintili farkındalık olanaklarımızı düşünsel bir eforla sürekli olarak aktif kılmaya çabalamalıyız.

En önemlisi de, geçmişte ve(ya) halen eğitim sistemlerinin, kabileciliklerin, statükoculukların, otoriteryen zihniyetlerin ve diğer faktörlerin sorunlu ve yetersiz tarzlarının harcadığı bireylerin üstün etik ve entelektüel kabiliyetlerini en etkili şekilde değerlendirmek ve dolayısıyla kendilerine en iyi statü ve olanakları en iyi telafilerle sağlamak ve bundan sonra eğitim sistemlerini ve diğer faktörleri böylesi bireyleri ve kabiliyetlerini harcamaktan kaçınmaya yönelik hep geliştirmek yeni bir temel anlayış olarak benimsenmelidir.

Kabileciliğin de statükoculuğun da iyisi veya savunulabilir bir biçimi olmaz. Kabilecilik ve statükoculuk yapmama kabiliyetlerini geliştiren toplulukların iyisi olabilir ancak.

Ekoloji

Kuraklık Trakya’yı Sarıyor: Susuzluk Riski Giderek Artıyor

-

Trakya bölgesindeki çiftçiler, kuraklık kaynaklı büyük bir üretim sıkıntısı içerisine girdi. Bazı köylerde yağmur dualarına başlandı.

DENİZ KILIÇ | Küresel ısınma ve iklim krizi her geçen gün biraz daha hissediliyor. Mevsim normallerinin üzerinde devam eden hava sıcaklığı geleceğe endişeyle bakmamızı sağlıyor. Her yıl bir önceki yılın aynı ayına göre hissedilebilir hava sıcaklığının artış gösterdiği verilere yansıyor. Meteoroloji Genel Müdürlüğü verilerine göre uzun yıllar Ocak ayı ortalama sıcaklığı 2.9 santigrat olup 2023 Ocak ayı sıcaklığı da 5.3 santigrat olarak gerçekleşmiştir. Yağışlı gün sayısının düşmesi ve oluşan kuraklık en çok da çiftçileri etkiliyor.

Trakya bölgesinde çiftçilerle yapmış olduğum görüşme neticesinde, çiftçiler kuraklıktan kaynaklı olarak büyük bir üretim sıkıntısı içerisinde. Bu yıl bazı kanola üreticilerinin yağış yetersizliğinden dolayı ektikleri kanolayı bozarak, ayçiçeği ekim alanı olarak hazırladığını biliyoruz. Buğday ekim alanlarına atılan gübrenin yağışların gerçekleşmemesinden dolayı erimediğini ve toprağa karışmamasından dolayı buğday hububatı açısından sorun olabileceği yine bölge çiftçisinin gündeminde olan başka bir konu.

Yağmurun yağmaması halinde bu yıl buğdayda rekolte sıkıntısı ile karşı karşıya kalabiliriz. Ülkemizin en çok ayçiçeği üreten bölgesi Trakya’da çiftçiler bu yıl yağışların yetersizliğinden kaynaklı olarak ayçiçeği ekim alanlarını henüz hazır hale getiremediklerini dile getiriyor. Göl ve göletlerden çekilen sular, yeraltı kaynaklarında azalan su miktarı gelecek açısından uyarı veriyor.

ÖZEL HABER | Türkiye’de Kuraklık Her Yeri Sardı: Peki, Çare Ata Tohumları Mı?

kuraklık haritası

Trakya’da Susuzluk Sorunu Ortaya Çıkabilir

Küresel ısınma ve iklim krizinin doğurduğu sonuçlar, Trakya çiftçisini birçok bölgeden daha fazla endişelendiriyor. Fakat iklim krizi deyip, insan faktörünü gözardı etmemeliyiz. İnsan eliyle su kaynaklarının yok olmasına yol açan uygulamalar, bir an önce kamu eliyle engellenmelidir. Gerekli tedbirler alınmadığı takdirde, Trakya genelinde yakın gelecekte içme suyunda ve tarımsal sulamada ciddi sorunlarla karşılaşabiliriz. Kurak bir kış mevsimini yaşayan çiftçilerin çareyi yağmur duasında aradıklarını da belirtelim. Pek çok köyde yağmur duaları yapılmaya başlandı.

Öte yandan Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün Aylık Sıcaklık Analizine göre, geçtiğimiz ocak ayında Türkiye genelinde beş istasyonda ölçülen hava sıcaklığının ekstrem düzeyde olduğunu görüyoruz. Bu beş istasyondan ikisi Trakya bölgesinde yer alan Kırklareli ili ve Lüleburgaz ilçesi. Diğer üç istasyon ise Erzurum, Kars ve Bingöl illeri olarak verilere yansımış durumda.

Okumak için tıklayın

Ekoloji

Uludağ’dan Ne İstiyorlar?

-

Uludağ alan başkanlığı

Son yıllarda bir kavram var, Alan Yönetimi… Çekül Vakfı’nın tespitine göre, UNESCO Miras Alanları ile ilgili bir durum bu. Arkeolojik, kentsel ve doğal sit alanlarının güya korunmasıyla ilgili… Buraları bakanlıklara bağlı kuruluşlar, mesela Milli Parklar Müdürlüğü, müzeler veya yerel yönetimler koruyamıyor, ayrıca yönetimde bir sorun ortaya çıkıyor, yetki karmaşası yaşanıyor. Yeni icat edilen ‘Alan Yönetimi’ kurtarıcı olarak devreye girsin isteniyor.

CENGİZ ERDİL | Çekül Vakfı soruyor; “Gerçekten ‘Alan Yönetimi’ kavramı her derde deva bir formül mü? Bürokratik, zorunluluktan doğan bir yasal süreç mi? Bir örgütlenme modeli, güçlü bir yeni otorite mi? Yoksa klasik temsili demokrasinin tıkandığı alanlarda, özellikle mirasın korunmasında yeni bir yönetim denemesi mi?”

Hiçbiri değil…

Ülkemizde Alan Yönetimi, bu alanların yapılaşmaya açılmasından başka bir şey değil.

Alan Yönetim Başkanlığı’nın oluşturulduğu Kapadokya ve Çanakkale Gelibolu Milli Parkı’nda ciddi sorunlar var. Kapadokya’da peri bacalarının yakınından yol geçiriliyor, Gelibolu Yarımadası’nda köylülerin yüz yıllık bağ ve bahçelerinde tarım yapmalarına engel çıkarılıyor.

Zeytinlikleri Faili Meçhule Götürmek İstiyorlar

Şimdi Sırada Uludağ Var

AKP Bursa Milletvekillerinin imzası bulunan 13 maddelik Uludağ Alanı Hakkında Kanun Teklifi’, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’ndan geçti. Teklif, Bursa’daki Uludağ Milli Parkı’nın korunmasının sağlanması amacıyla ‘Uludağ Alan Başkanlığı’ kurulmasını öngörüyor.

İYİ Parti Grup Başkanı ve Bursa Milletvekili İsmail Tatlıoğlu, ‘Alan Başkanlığı’ yapılmak istenen bölgenin çok kıymetli olduğunu belirtmiş ve şöyle demiş;  “Uludağ’ın Alan Başkanlığı kapsamına alınmasını gerektirecek neden yok. Burası belediye ile düzgün bir şekilde imar planının uygulanabileceği bir yer. Ama burası, ayrılarak tam anlamıyla kullanılabilecek bir alan. İstismara çok açık bir şey. Dolayısıyla burada biraz aceleleri var.”

Burayı önemli kayak merkezi olarak biliyoruz ama kayak alanı Uludağ’ın devede kulak bir parçası. Türkiye’nin en büyük milli parkları arasında yer alan Uludağ Milli Parkı alanının yüzde 84’ü Mutlak Koruma Alanı içerisinde bulunuyor. Bilimsel araştırmalar dışında hiçbir faaliyete izin verilmeyen, insan etkisinin yasaklandığı alandan söz ediyoruz.

Düzenlemede turizm amaçlı gerçekleştirilecek tahsis süreci ve yatırımlar yapılması maddesi dikkat çekici.

Uzmanlar bu düzenlemeyle Uludağ’da yapılaşmanın artacağını, zaten betona gömülen Bursa’da dağ eteklerinde orman varlığının yok olacağını savunuyor.

Uludağ’da milli park 13 bin hektar genişliğinde. Uludağ aynı zamanda önemli bir uluslararası kuş konaklama alanlarından. Sayıları gittikçe azalan sakallı akbaba ve kaya kartalının yuvası olan yöre, paçalı baykuşun ilk görüntülendiği yer… Ayrıca apollo kelebeğinin ender yaşadığı bölgelerden.

Bursa’nın temiz havası, suyu olan Uludağ’ı anlatırken ünlü seyyah Evliya Çelebi’yi anmadan olmaz. 400 yıl önce Uludağ’ı şöyle anlatmış: “Bir kayadan gayet soğuk bir Ab-ı hayat fışkırır ki, insan içinden bir taş çıkaramaz. Buz gibidir. Burada küçük büyük göller vardır. Bu göllerde birer ikişer okkalık alabalıklar yetişir. Buralarda ki su birikintilerinde haliçlerde kışın su donar. İstanbul tarafından iki-üç yüz neferiyle karcıbaşı gelerek bu göllerden buz keser. Her parçası sanki billur ve neceftir. Elmas parçası gibi parıltısı insanını gözünü kamaştırır. Mudanya iskelesinden kar gemilerine yüklenir ve İstanbul’a padişahın mutfağına, helvahanesine, has haremine ulaştırılır.”

Okumak için tıklayın

Yazarlar

Kimin Malını Kime Satıyorsun?

-

hürriyet köyü

Hürriyet köyü ve köylülerinin hikayesi uzun ama kısaca bahsetmek lazım. Bu ülke tarımı Balkan göçmenlerine çok borçludur. Gerek Balkan Savaşları’ndan sonra, gerekse 40’lı yıllardan sonra gelen Evlad-ı Fatihan’lar (atalar onlara öyle der) özellikle Marmara ve Ege Bölgelerinde tarım ve hayvancılıkta önemli işler yaptılar, bazı tarım tekniklerini onlar öğretti, ortak meralar kurdular, kooperatiflerin kurulmasına öncülük ettiler. Kurucu önderin de Selanik doğumlu olduğunu unutmayalım.

CENGİZ ERDİL | Burada yazılan bir Balkan göçmeni köyünün başına gelendir. İşin içinde devletin en üstü dahil olunca, konu medyamızda da nihayet haber oldu.

Olay şu; Bursa’nın Karacabey İlçesi Hürriyet köylülerinin geçmiş yıllarda kendi istekleriyle meraya çevirdikleri tapulu arazilerine belediye el koyar, köylülerin hak isteme mücadelesi de böyle başlar.

201 hane oluşturan göçmenler 1951 yılında Karacabey’de Haydar Ağa Çiftliği’ni Kemal Çayıroğlu’ndan satın alır ve 12 bin dönüm araziyi aralarında eşit paylaşırlar. Çevre köyler mera ve otlaklarını kullandırmayınca, arazilerinden 6 bin dönümü hayvan otlatmak için otlakiye, kavak dikmek için kavaklık, odun kesmek için baltalık ayırıyorlar. Cami, okul, öğretmen lojmanı, mezarlık yeri de bırakıyorlar.

Gel zaman git zaman arazi kıymetleniyor, tarımı beyinlerinden silen betoncuların iştahını kabartıyor. Araziye Karacabey Belediyesi el koyuyor. İşin bürokrasi merdivenlerinde tırmandırılması ve mahkeme safhası uzun, sonuçta el koyma operasyonu oldu bitti ile gerçekleşiyor.

Zeytinlikleri Faili Meçhule Götürmek İstiyorlar

Burası Çok Önemli! Belediye ve Bakanlığın Birbirinden Habersiz Davranma Rolü

İyi polis, kötü polis senaryosu gibi bir şey bu. Karacabey’de olanları en üsttekiler bilmiyor, alttakiler de görmezden geliyorlar.

Şöyle anlatalım; Tarım ve Orman Bakanlığı’nın bir projesi var. Tarım alanlarının korunması ve hatta tarıma arazi kazandırılmasını amaçlayan bir proje bu. Mesela Bakanlığın konuyla ilgili açıklamasından bir bölüm şöyle; “Tarıma uygun olmayan alanlarda uygun üretim teknikleriyle bitkisel üretimin artırılması amacıyla ülke genelinde projeler başlatıldı. Bu projelerle ilave 2,4 milyon dekar alanda ekiliş yapılması planlandı.”        

Şimdi aynı partinin Bakanlığı başka, yerel yönetimi bambaşka düşünüyor. Biri AK derken, diğeri KARA diyor. Biri tarımdan diğeri betondan yana… Oysa, Karacabey Belediyesi bereketli arazilerde örnek bir çiftlik kurulması için öncülük etseydi, daha çok insan mutlu ederdi.

Hukuk mücadelesi veren Hürriyet köylüleri şu sorunun yanıtını arıyorlar; “Bu taşınmazların öngörülemez bir şekilde Karacabey Belediyesi’ne geçmesi neticesinde Belediye’nin iş bu taşınmazları hiçbir kamu yararı gözetmeden satıyor olmasında, kamu zararı mevcut mudur?”

Arazileri kurtarmak isteyen köylüler nihayet devletin zirvesine ulaştıklarında, sorunlarını anlattılar. Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Kim bu Belediye?” diye sordu.

Yanındaki milletvekilleri cılız ve biraz da korkarak, “Bizim belediye efendim” dediler.

Sonra herkes sustu…

Okumak için tıklayın

Yazarlar

Cezalar, Çevre Suçlarını Engelliyor Mu?

-

cengiz Erdil çevre cezaları

Ülkemizin gündelik tarihinde yılbaşı zam fırtınasını işaret eder. Yılbaşına birkaç gün kala veya yılın ilk haftası zam fırtınasının zamanıdır. Hiçbir yere kaçamazsın, gelir seni bulur.

CENGİZ ERDİL | Yiyeceğinden içeceğinden sonra sanki bir kuralmış gibi vergiler ve harçlar da artar. Tebliğler (neden bildirim denmez acaba!) ardı ardına gelir. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın değişik tebliğleri var. Resmi Gazete’ye bakmakta her zaman yarar vardır, şu dikkatimi çekti.

Katma Değer Vergisi Genel Uygulama Tebliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ… (şunu demek istiyor, bir tebliğimiz vardı, onu değiştirdik, tebliği kaldıran tebliği, tebliğ ettik!) İşte devletin tam resmi yayın organı sayılan gazetede yayınlanan tebliğlerden biri de çevreyi kirletenlere kesilen cezalarla ilgili.

Bu cezalar da acayip arttı. Bizde kağıt üzerinde her şey iyidir, sorun uygulamada. Doğaya tehlikeli atık atan, yurtdışından atık taşıyan, imar planlarını bozanlara hapis cezası bile var.

Cezalar arttı da, “Denetleyecek eleman sayısı nedir?” diye de sorarsanız, bakanlıkların ve belediyelerin denetim ekiplerinin sayıca yetersiz olduğu gerçeğiyle karşılaşırsınız. Geçen yılın ilk dokuz ayında yapılan denetimlerde, 385 milyon 800 bin 737 lira idari para cezası kesilmiş. Denetlenen işletme sayısı 4 bin dolayında.

Zeytinlikleri Faili Meçhule Götürmek İstiyorlar

Bu Yıl Çevre Cezaları Yüzde 122 Arttı

Bu cezalardan önce halkı yakından ilgili olanlarına bakalım; konutunda gürültü yaptın cezası 4.830 lira, gürültüyü otomobilinle çıkardın 14.613 lira… Sokağa çöp attın cezası 3.036 lira…

Köylerde ise anız yakmanın cezası dönüm başına 244 lira, eğer anız orman yakınında yakılırsa cezası dönüm başına 1.220 lira… Şimdi gelelim büyüklere…

Marmara ve Boğazlar Bölgesi en hassas alan seçilmiş. Bu bölgeyi kirleten tesis ve gemilere verilecek cezalar misliyle arttı. İlk ceza 1.466.072 lira… Yani Marmara’yı kirleten bir buçuk milyon liraya yakın ceza ödeyecek. Gemilere verilen cezalar tamam ama ülke sanayinin can damarı bölgede Marmara yıllardır adeta çöp kutusu olarak kullanılıyor.

Trakya’da Ergene, Bursa’da Nilüfer Çayı çevresindeki tesislere defalarca ceza kesildi. Hala önlem almadan çalışmaya devam ediyorlar.

Arıtma tesisi kurmayanlara verilecek ceza 733.363 lira. Peki adam kurmadı, cezayı verince kurtulacak mı? En azından kapısı uzun bir süre çalınmayacak. Yasalarda bazı boşluklardan yararlanıp, tesis çalışmaya devam edecek.

Hava kirliğine yol açan tesislere 73 bin liradan 586 bin liraya kadar cezalar var.

O zaman gaz arıtma bacası olmayan termik santrallerin başı dertte demektir. Hayır hiç de öyle değil, zehir saçmaya devam ediyorlar.

Taş ocaklarının toprak, orman ve su dengesini bozmada üstlerine yok. Hala ruhsat veriliyor. Ruhsat alamayan da kaçak çalışmanın yolunu buluyor.

Sokağa çöp dökenleri artık kentliler ayıplamasını biliyor. Burada sorun çok az. Asıl tehlike denizleri, toprağı bitirenler… Ceza ise paradan değil, onlarını yolunun kesilmesinden geçiyor… Çok şey istemiyoruz, modern bir işletme nasıl oluyorsa, öylesini arzu ediyoruz.

Okumak için tıklayın

Ekoloji

Zeytinlikleri Faili Meçhule Götürmek İstiyorlar

-

cengiz Erdil

“Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” demiş ya atalarımız Kuzey Ege’nin başına gelen odur. Bir bölgeyi turizm alanı ilan edip sonra maden aramalarına, santral inşaatlarına açmak saçmalığı olsa olsa bizde olur herhalde…

CENGİZ ERDİL | Aydın’ın ovalarında tarımı tehdit eden jeotermal santraller Kuzey Ege’nin de başını belaya sokacak. Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı Büyükhusun köyünde bir süre önce JES inşaatıyla ilgili proje mahkeme kararıyla iptal edilmişti. Ancak şirket yeni bir ÇED raporu hazırlayarak çalışmalara başladı.

Köylüler elbette yine arazilerini korumanın kavgasını veriyorlar. Adalet arıyorlar. Nasıl ki Karadeniz’de yeterli sayıda HES (Hidroelektrik santral) varken, masa başı projelerle yeni HES’ler için dereler yağma ediliyorsa, Kuzey Ege’de de halen faaliyete olan dört JES’e ek olarak daha fazlası isteniyor.

Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği açıklamasında şöyle diyor; “Ayvacık ilçemiz bir süredir jeotermal kaynak arama ve jeotermal enerji santralleri projeleri ile gündemde. Tuzla yakınlarında halen çalışmakta olan dört adet JES var. Bu projelerin tarımsal üretim, yeraltı ve yerüstü sularımıza verdikleri zararları görmekteyiz. Bölgemizin tarımsal, turistik ve kültürel değerlerine zarar verecek yeni jeotermal enerji santralı istemiyoruz. Ayvacık ilçemizin bazı şirketlerin kar hırsı için gözden çıkarılmasına izin verilemez.”

Cengiz Erdil yazdı: Patara’nın Kumları Nereye Gitti?

Bilirkişi Raporuna Dikkat!

Mahkeme daha önce projeyi iptal ederken bilirkişi keşif raporunu dikkate almıştı. Bu raporda, projenin tarım arazileri içinde kaldığı belirtiliyor, sondaj noktasına en yakın yerin topu topu bir kilometre uzaklıkta olduğuna işaret ediyordu.

Ve asıl önemlisi yöre antik alanların varlığı nedeniyle koruma altında ve devlet de burada turizm yatırımlarına öncelik verilmesini istemiş. Gelin görün ki; herhalde ‘Ayağına Sıkmak’ buna denir, şimdi bu alanda enerji yatırımlarına öncelik veriliyor. ‘Elveda turizm, hoş geldin baca gazları’ demek lazım.

Proje sahasının hemen yakınında UNESCO Dünya Mirası geçici listesinde yer alan Assos Antik Kenti, Lamponia Antik Kenti ve Dolmen adı verilen antik dönem mezarları var.

Şirket burada 40 bin dönümlük bir ruhsat alanında JES kaynak arama yapmak istiyor.  Oysa 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’na göre, tarım arazisi içerisinde yer alan yöre, aynı zamanda “Türkiye Turizm Stratejisi”ne göre sağlık ve jeotermal turizm gelişim alanı ve zeytin koridoru olarak da biliniyor.

Zeytin koridoru denince aklımıza geldi, meraklıları hatırlar. Meclis’teki torba yasaya yine çaktırmadan ve aceleyle ‘zeytinliklerde maden araması yapılabilir’ maddesi konulmuştu. Son anda iptal edildi.

Bilindiği gibi Zeytin Kanunu gereği zeytinliklere 3 km mesafede enerji ve madencilik projeleri yapılamıyor.

Zeytin Kanunu’nun değişmesinde ısrarlı olan gizli bir el var! Zeytinlikleri faile meçhule götürmek istiyor.

* Bu yazı 24.12.2022 tarihinde Gazete Pencere’de yayımlanmıştır.

Okumak için tıklayın

Hayvan Hakları

Bu Ülke Nereye Gidiyor?

-

ayşem özleyiş

2021 yılında dillendirilen söylemle başlayan, daha sonra bu söylem üzerinden kalıbına uydururcasına bir takım yasal değişimlerle beslenen, sonrasında ise genelgeyle kanunların önüne geçildiği bir süreç içindeyiz.

AYŞEM İŞLEYİŞ OĞUZ | Bu süreç içinde yüzlerce sokak hayvanı öldürüldü, işkence edildi, yasaya aykırı toplatıldı, ıssıza atıldı ve sonuç olarak bir şekilde ortadan kaldırıldı. Bu yetmemiş olacak ki siyasi güçle desteklenen, her gün sosyal medyada, mahallemizde bu destekle şiddetlenen kanunsuzluk, İzmir’de bir aileden üç kişinin öldürülmesiyle en üst seviyeye ulaştı.

Toplumsal şiddet o kadar çok körüklendi ki, eline silahı alan sokaklarda ‘adalet’ dağıtmaya, hayvan öldürmeye başladı. Nefret dolu sosyal medya hesapları pervasızca konuşmaya devam etti, halen bu çevreler aleni bir şekilde hız kesmeden nefret söylemlerini yaymaya devam ediyor.

Sokak hayvanları üzerinden başlatılan bu Ortaçağ zihniyeti ile varılmak istenen tek bir amaç olabilir; o da bu ülkenin toplum yapısını bozarak kaos yaratmak, sağlıklı düşüncelerden uzaklaşmak, korku içinde sağlam kararlar verilmemesini sağlamaktır.

Eğer bu yaşananlar söylediğimiz gibi olmasaydı; tarafsızlığını kaybetmiş bir hukukla karşı karşıya kalmaz, hak, hukuk, adalet için veryansın etmezdik… Devlet gereken gücü gösterir, hak edene hakkını adil bir hukukla vererek adaleti teşkil ederdi.

Hangi Ülkede kişilerin Söylemi Kanunların Önünde Değerlendirilir?

Tüm bu yaşatılanların üzerine bir de geçtiğimiz hafta eklenen yeni söylem, bu ülkenin nereye gittiği sorusunu bir kez daha gündeme taşımıştır. Çalışmayan devlet kurumlarının ayıpları ortadayken, her şey kuralına ve kanuna uymuş da sonuç alınamamışçasına tüm fatura yine sokak hayvanlarının canı üzerine yüklenmiştir.

Soruyoruz hangi ülkede kişilerin söylemleri, demeçleri kanunların, yasaların, kuralların önünde değerlendirilir? Cevabı açıktır…

Bugün artık gelinen nokta durup ciddi düşünme ve değerlendirme noktasıdır. Hak ettiğimiz adaleti alamazsak, hak ve hukukumuzu koruyamazsak bu ülkedeki hiçbir canlıyı koruyamayız.

Tüm Canlılarımızla Geleceği Birlikte Var Edeceğiz?

Yasalar kişiye uymaz kişi yasalara uyar. Yasal düzenlemeler bir zümrenin veya topluluğun çıkarına değil toplumun tüm iştiraklerini içine alması gereken düzenlemeler olmalıdır. Yanlış, ters giden ve sonuç alınamayan bir düzenleme, kural, yasa varsa bu ortak akıl, güncel bilimsel adil değerlendirmelerle değiştirilir. Yaptım-söyledim oldu mantığı ile kurumlar yönetilmez.

Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik ve güçler ayrılığı ilkesiyle var olmuş, olmaya da devam edecek bir ülkedir.

Ülkemizin her bir canlısı için insanı, hayvanı, doğası için vicdanları kanatan, adaleti görmezden gelen, yaşam hakkını, yaşatılan kuralsızlıkları değerlendirmeden uygulanmaya çalışılan her düzenlemenin karşısındayız.

Bu ülke hepimizin ve bu ülkenin nereye gideceğine biz karar veririz, vereceğiz çünkü biz halkız. Bizi bölmeye, ayrıştırmaya çalışmak asla sonuç vermeyecektir.

Gelecek hepimizin, tüm canlarımızla geleceği birlikte var edeceğiz…

Zülal Kalkandelen: Sokak Köpeklerine Yasa Dışı Operasyon Hazırlığı Yapılıyor

Okumak için tıklayın

Gündem

Soma Unutuldu, Ermenek Unutuldu, Sırada Amasra Var

-

cengiz erdil amasra

CENGİZ ERDİL | Siz hiç maden ocağına girdiniz mi? Ben girdim. Gürültülü bir asansörle yerin 200, 300 metre altına inersiniz. Duvarları kurşuni bir tünelden geçip, havanın kurşun gibi ağır olduğu kömür alanına ulaşırsınız. “Halkın dertleri nedir ve dostları kimlerdir?” gibi sorularla meşgul bir muhabirseniz, bunu hayatınızda iki üç defa yapmış olabilirsiniz. Maden işçileri için ise rutin iş. Bazen sabah, bazen de gece vardiyasında yeraltına dalıyorlar. Bence; dünyanın en zor işi. Kaderinde veya fıtratında sadece bu var.

Bizde maden insanları, bir facia yaşanınca akla geliyor, medyanın da gündemine… Sonra unutulup gidiyor. Şimdi Bartın Amasra faciası gündemde. Dünyanın en büyük maden faciaları arasında gösterilen “Soma” unutuldu bile…

Manisa Soma’da 301 madenci yeraltından çıkamadı, onların ölümü üzerinden sekiz yıl geçti. 14 Mayıs 2014 günü Soma maden bölgesindeki kömür kokulu havayı yırtan ambulans haykırışlarına karışan cılız bir ses vardı: “Beni bu ambulansa koymayın, kirlenir… üstüm başım kömür” diyen o madenci unutulmaz bir ayrıntıydı.

Soma unutuldu, sonra Ermenek unutuldu, sırada Amasra var.

Soma’yı unutturmamak için hazırlanan iki rapor da unutuldu. İlki Maden Mühendisleri Odası’nın raporu, diğeri ise TBMM Araştırma Komisyonu Raporu. Tarihe bir şekilde kaydı düşen sonuçları bile sayfalarca olan o iki rapora bir bakalım.

Patara’nın Kumları Nereye Gitti?

Aşırı Kar Hırsı

Her iki raporda da Soma’daki kazanın başlıca nedeni olarak kar hırsı gösterildi. Facianın yaşandığı ocakta 2009 yılında 230 bin ton olan üretim, bir yılda 10 katına çıkarıldı. 2012 yılında üretim iki milyon 800 bin tona yükselmişti. İşçi sayısındaki artış da kaza riskini yükseltti. Yoğun üretim maden sahasının fiziksel dengesini bozdu, madende tehlike “rutin” hale gelmişti.

Maden Mühendisleri Odası’nın raporunda büyük maden kazalarının tümünün taşeron veya rödovans uygulamasının olduğu ocaklarda yaşandığına dikkat çekildi. 1992 yılında Zonguldak Kozlu maden ocağında 263 kişinin yaşamını yitirdiği facianın ardından tüm facialar kamu dışındaki madenlerde gerçekleşmişti.

Denetleme Parası Da Patrondan

Soma’daki ocakta denetim sorunu vardı. Raporda, teknik nezaretçi ve iş güvenliği uzmanlarının denetim elemanı olarak tanımlanmalarına rağmen, ücretlerini denetledikleri işverenden aldıkları vurgulandı. Böyle olunca personelin denetim yetkisini kullanmakta güçlük çektiği ortaya çıktı. Böylece Soma maden ocağı düzenli olarak denetlenmesine rağmen sorunsuz olarak nitelendirildi.

Maden Bitince Sorun Bitmiyor: ‘Giresun Kirlendi, Sırada Balıkesir Var’

Uygun Maske Yoktu

Madende kişisel donanım yetersizdi. Metan gazına karşı karbonmonoksit maskesi taşıma zorunlu ama sayıları yeterli değildi. Maskelerde uygun filtre sistemi de yoktu. Ölüm oranını çok olmasının bir nedeni de buydu.

Meclis Araştırma Komisyonu’nun 283 sayfalık raporunda da şu saptama ilginç…

“Soma faciası Türkiye Cumhuriyeti tarihinin karşılaştığı en büyük, meydan okuyan bir felakettir. Vakit geçirilmeden bilimsel çalışmalara başlanmalıdır. Soma’da yaşanan facianın tekrarlanmamasının tek koşulu; madencilik bilim ve teknolojisine uygun çalışmaktır.”

* Bu yazı 21.10.2022 tarihinde Gazete Pencere’de yayımlanmıştır.

Okumak için tıklayın

Politika

Helalleşme Sürüyor: Kılıçdaroğlu Açtığı Yoldan Yürümeye Devam Ediyor

-

başörtüsü kılıçdaroğlu teklif

Cumhuriyetimizin ilk yüz yılında en çok tartışılan siyasi konuların başında gelen “başörtüsü” konusu, Cumhuriyet’in ikinci yüz yılına adım atmaya hazırlandığımız bu dönemde yeniden gündem oldu. Bu sefer konuyu gündeme CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu taşıdı.

DENİZ KILIÇ | Son kurultayında kabul edilen “İkinci Yüz Yıla Çağrı Beyannamesi” ile CHP, Cumhuriyet’in ikinci yüz yılına yaklaştığımız bu dönemde Türkiye’nin 5 temel sorununa karşı 13 çözüm önerisi sunuyordu. Aslında CHP, Cumhuriyetin ilk yüz yılında yaşanan sorunları ikinci yüz yılına taşımama kararlılığı sergiliyor. Dolayısıyla burada siyaseten tutarlılık olduğunu, Kılıçdaroğlu’nun son iki yıldaki politikasını takip edenler biliyor.

Kılıçdaroğlu’nun “Helalleşme” başlığı altında attığı adımlar bugüne kadar CHP tarafından konuşulmayan hatta yaklaşılmayan konulardı. Başörtüsü konusu da bu helalleşme programının kapsamında değerlendirmek gerekiyor.

Başörtüsü teklifiyle, CHP iktidarında muhafazakar kesimin endişelenmemesi gerektiğini gösterilmek istendi. Üstelik bunu yaparken de siyasi bir vaatte bulunulmadı. Bir siyasetçi olarak çözüme kavuşturulması için samimi bir adım atıldı. Ana muhalefet partisi olarak konunun yasal güvenceye alınması ve bir daha siyasetin gündeminde olmaması gerektiğini vurguladı.

Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü çıkışı tabi bazı kesimler tarafından da eleştirildi. Bu eleştirilerin de mutlaka dikkate alınması gerekiyor. Ancak şu da bir gerçektir ki, teklif muhafazakar kesimlerce de destek gördü.

Yürüyüş: Kılıçdaroğlu Ne Söyledi, Ne Yaptı ve Şimdi Ne Yapmak İstiyor?

Kılıçdaroğlu Parti Örgütünün Desteğiyle Yürüyor

Konuyu CHP’liler açısından ele almak gerekirse; 23 Eylül’de CHP’nin TBMM grubunun İzmir Seferihisar’da gerçekleşen yeni yasama yılı toplantısı öncesinde konuşan Kemal Kılıçdaroğlu: “Bazen çok fazla bir şey söylemeye gerek yok. Sokaktaki vatandaşımız da biliyor. Ezen sisteme beraber direnmek zorundayız ki bizden sonra geleceklere güzel bir Türkiye bırakabilelim. Biz cesaretle çalışmaya devam edeceğiz. Bu tabloyu değiştirmek zorundayız. Sürekli yürümeye ilerlemeye kararlıyım. Hiçbir şey inandığım yoldan geri çeviremez. Bu ülkeyi seven insanların umutları ve duaları her yerde bizimle birlikte yürüyor.” ifadelerini kullandı.

Aynı konuşmasının devamında Kılıçdaroğlu şu şekilde devam etti; “Özgürlük, doğruluk, adalete susamış halka kurtuluşu beraber getireceğiz ama şunu da artık bilme zorundayım. Gerçekten benimle birlikte misiniz? Bazılarınızın sesi çıkmıyor. Bazılarınızın da isteyerek ya da istemeyerek zarar verdiğini de görüyorum. Ama artık karar verin. Beraber yenecek miyiz, yenmeyecek miyiz? Benimleyseniz benimle olduğunuzu da artık hissetmek istiyorum. Sırtımı size yaslayacağımı bilmek istiyorum.” diyerek partili milletvekillerine çok net bir soru sordu.

Kılıçdaroğlu’nun bu konuşmasında “Kararlı ve cesaretli bir yol açtım ve sonucu ne olursa olsun, bu yolda yürümek istiyorum ancak bu yolda ben yürürken de siz de benimle misiniz?” demek istedi. Buradan bunu anlayabiliyoruz. Salondaki CHP’li vekiller de bunu böyle anladılar ki Kılıçdaroğlu’nu ayakta alkışlayarak “seninleyiz, yanınızdayız” diyerek destek verdi. Bu konuşmanın akabinde başta CHP’liler olmak üzere sosyal medyadan Kılıçdaroğlu’na destek mesajları yayınlandı. ‘Yanındayız Kılıçdaroğlu’ etiketi Twitter’da gündem oldu.

CHP’nin İktidar Manifestosu: İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi

Sorunları Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılına Taşımama Kararlılığı

Özetlemek gerekirse uzun yıllardır iktidar hasreti çeken CHP’liler, liderine açıkça destek verdi. Bu destek sonrasında Kılıçdaroğlu ‘başörtüsü’ konusunu gündeme taşıdı. Yani partisinin de desteğini arakasına alan Kılıçdaroğlu, bundan sonraki süreçte hangi konuyu gündeme taşırsa taşısın parti örgütünün desteğinin yanında olduğunu bilerek davranacaktır.

Kılıçdaroğlu’nun bu çağrısı, CHP tarihinde olduğu gibi Türkiye siyasi tarihi açısından da önemli bir çağrı olarak kayıtlara geçti. Toplumu kucaklamak isteyen, bugüne kadar konuşulmamış hatta konuşulmaya cesaret dahi edilemeyen konuları dile getiren, CHP’yi ve Türkiye’yi Cumhuriyet’in ikinci yüz yılına sorunsuz bir şekilde ulaştırmayı hedefine koyan Kılıçdaroğlu açtığı yolda kararlılıkla yürüyor. Sonuçlarını zaman hepimize gösterecektir.

Okumak için tıklayın

Yazarlar

4 Ekim Dünya Hayvanları Koruma Günü Neden Kutlu OLMASIN?

-

ayşem özleyiş 4 ekim

Bugün 4 Ekim Dünya Hayvanları Koruma Günü… Belirli günler ve haftalar, hiç düşündünüz mü neden kutlanır? Hatırlanması gerekli konuların unutulmaması, bu konuların yeni uygulamalar ile daha iyi bir duruma getirilmesi, farkındalık oluşturulmasıdır esas amaç…

AYŞEM ÖZLEYİŞ OĞUZ | Yüzyıllardır insan yaban hayvanlarını evcilleştirerek kendi çıkarı için kullanmış, yemek, binek ve örtünme ihtiyacını hayvan bedeni üzerinden sağlamıştır.

Teknolojik gelişmeler, yaşam standartlarının genişlemesi ile bu kullanım alanı daralsada asla son bulmamış, devamlı artan insan nüfusu endüstriyel hayvancılık ve bunun yan kollarıyla yeni kullanım alanları ortaya çıkarmıştır.

Bu demek oluyor ki insan denen varlık duygu ve bilinç dünyası insandan farksız olduğu bilimsel olarak kanıtlanan bir canlıyı halen sömürmeye devam etmektedir. Kendini teknolojik olarak yenileyen insan, teknolojiyi hayvanları daha kolay yok etmek, çoğaltmak için kullanmaya başlamış, sömürü genel anlamda hız kesmeden devam etmiştir. Anlaşılıyor ki hayvanın insana en yakın canlı olduğu gerçekliği gelişme göstermemiş, bakış değişmemiş, onların yaşamları insanın elinde oyuncak olmaya devam etmiştir.

Tüm bu ana başlıklar üzerinden devam ettiğimizde laboratuvarlarda üretilen ırklardan, vücuduna delik açılarak beslenmesi kontrol altına alınan hayvanlara kadar çok geniş bir yelpaze insanların kullanımına sunulmuştur. Peki, buna ne zaman dur denilecek? Dünyada alıp başını gitmiş bu sınırsız çoğalım ve tüketim, küresel ısınmanın en etkili nedeni olurken; insan değişmiyor çünkü insan alışkanlıklarından, aç gözlülüğünden vazgeçmiyor!

Ülkemize dönüp baktığımızda da tablo oldukça kötü… Genel olarak sıraladığımızda; birinci sırada son zamanlarda siyasi olarak da köpürtülen sokak hayvanlarının varlığı yer almakta, diğer alanlar tıpkı dünyadaki karşılıkları gibi hız kesmeden sömürü devam etmektedir.

Ülkemizde iyi yönde bir gelişme olarak tanımlanan ve Avrupa Birliği Uyum Süreci kapsamında hayata geçirilen 5199 sayılı HKK ile ilk adım atılmış, belediyelerin hayvan itlafı için bütçe ayırdığı bir ortamdan, döneminde oldukça kapsamlı düşünülmüş bu yasa ile ciddi bir geçiş sağlanmış ve bu yasa 2004 yılında yürürlüğe girmiştir.

Birçok başlığı içinde barındıran yasayı hayvanların kullanıldığı alanlar üzerinden değerlendirdiğimizde çok eksik kaldığı açıktır ve bunun sonuçlarını da en acı şekilde yaşayarak görmekteyiz.

Hayvanların yaşam haklarında dünyadaki ilk büyük adım Cambrige Bilinç Deklarasyonu, ikinci büyük adım da henüz yeni açıklanan Hayvanların İstismarına ilişkin Montreal Deklarasyonu’dur. Montreal Deklarasyonu aralarında Türkiye’nin de olduğu 39 ülkeden 400’den fazla ahlak ve siyaset felsefesinde uzmanlaşmış akademisyenin, kendi alanlarındaki mevcut bilgilere dayanarak hayvan sömürüsünün adaletsizliğini ilan ettiği bir açıklamadır. Bu iki çok değerli ve önemli açıklama hayvana bakışımızın ne kadar ilkel ve geri kaldığının da bir kanıtıdır.

Ülkemizde hayvanların yaşam hakkı konusunda bir ilerleme kaydedilmiş gibi görünse de bu gerçekte kesinlikle var olmamıştır. En basit açıklamayla yasa uygulanmamış, yasada yeni düzenlemeler yapılarak hayvanların mal değil can üzerinden değerlendirilmesi de hiçbir işe yaramamıştır. Bugün sokak hayvanları sorunu, köpek sorunu diyerek ortalıkta yaygara koparanlar güçler ayrılığı ilkesini alenen çiğnemiş siyasiler ve onların çirkin uzantılarıdır.

Mış gibi yapılarak, bir ileri iki geri yönetim anlayışıyla bizler hiçbir canlının yaşam hakkını koruyamayız. Her konuda olduğu gibi bu konuda da çözüm hukuğun üstünlüğü, uygulamadaki düzen, kurumların etik yapılanması, kontrol mekanizması, yaptırım gücünün varlığıyla mümkündür.

En yakın gelecekte aklın, bilginin ve bilimselliğin üstün geldiği bir düzen içinde sorunların çözümünü sağlayıp gerçekten kutlanacak bir 4 Ekim yaşamak dileğiyle…

Okumak için tıklayın

Politika

Cumhuriyetin İkinci Yüzyılını Hangi Fikirlerle İnşa Edeceğiz?

-

murat büyükyılmaz

Alacakaranlık günlerden geçiyoruz. Hem ülkemiz hem de dünyada durum böyle; her bölümü merak ve heyecanla başlayan, endişeyle sona eren ama her dakikasında tedirginlik hakim olan uzun soluklu bir televizyon dizisinde yaşar gibiyiz. Salgın, deprem, savaş, ekonomik kriz, ekolojik kriz, gıda krizi; kriz, kriz, kriz… Ama bir yandan da her fırsatta her dik duruşta tazelenen umut.

Murat Büyükyılmaz | Türkiye açısından ise 20 yıldır süren dizi herkesi sıktı, kabak tadı verdi, başrol oyuncusu tek adam ve sülalesi dışında herkes artık bitmesi gerektiğinde hemfikir. Yerine neyin gösterime gireceği ise henüz belli değil…

Gittikçe daha da ısınan Türkiye siyasetinde 6’lı masanın ne kadar sağlam olduğu, Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayının içeriden mi dışarıdan mı olacağı, Türkiye’nin üçüncü ittifakı olarak ilan edilen Emek ve Özgürlük ittifakının oy oranının ne ve Cumhurbaşkanı adayının kim olacağı gibi pek çok konu her geçen gün daha da hararetle tartışılıyor.

Elbette uzun süredir beklenen ve artık zirveye ulaşan değişim isteğinin sık sık erkenden yapılması dillendirilen seçimlerin nihayet yaklaşması ile bu başlıkların ilgi çekmesi ve tartışılması normal. Ama sadece bunların tartışılması, işte o bence çok anormal.

Diyelim ki masa sapasağlam, diyelim ki masadan biri aday gösterildi, diyelim ki Emek ve Özgürlük İttifakı da yüzde 15 oy alıyor ve ilk turdan Millet İttifakı’nın adayını destekliyor ve bir cumhurbaşkanı seçiyoruz-seçtik. Herkese hayırlı olsun…

Peki bu Cumhurbaşkanı girişte saydığımız içkin ya da içselleşen yapısal sorunlara ve çelişkilere nasıl müdahale edecek? Yahu tek başına istediğini yapabilme yetkisini teslim edeceğimiz bu insan bu kadar çelişkili ve derinleşmiş sorunları hangi fikirleri yaşama geçirerek çözüme kavuşturacak?

Kazım İsyandır: Hepsinden Önemlisi Bir Devrimciydi

Önce memleketin temel sorunlarını tespit etmek gerekiyor…

Erdoğan’ın istemeye istemeye veda edeceği koltuğu sırtlayıp Çankaya’ya taşıyacak muhtemel isimlerin en önde geleni olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Lideri ve İzmir Milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun 25 Temmuz 2020 tarihinde Partisinin “İktidar Kurultayı”nda kamuoyu ile paylaştığı İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi’nde yer alan Tek Kişilik Saray Hükümeti yönetiminde Türkiye’nin karşı karşıya bırakıldığı 5 temel sorun tarifi, temel sorunlarımız tartışmasına makul bir başlangıç zemini sağlıyor.

– Demokrasi sadece kâğıt üstünde kalmıştır. Yasama, yargı ve medya bir kişinin vesayeti altındadır.

– Ekonomik bağımsızlığımız tehlike altındadır.

– Vatandaştan toplanan vergilerin ve yapılan borçlanmaların büyük bir kısmı içeride ve dışarıda bir avuç çıkarcıya aktarılırken, milletimiz korkunç bir işsizliğe mahkûm edilmektedir.

– Dış politikada, egemen güçlerin taleplerine boyun eğen bir Türkiye profili ortaya çıkmıştır.

– Sürekli değişen eğitim politikalarıyla, Türkiye bilgi çağından koparılmıştır. Çocuklarımız eğitimde adeta denek olarak kullanılmaktadır.

– Etnik kimlik, yaşam tarzı ve inanç eksenli siyasetle toplumsal barışımız derin yara almıştır. “Tek Kişilik Saray Hükümeti”, iktidarını sürdürmek için kamplaşmayı, kutuplaşmayı ve ayrışmayı çözüm olarak sürdürmektedir.

Elbette bu başlıklar genişletilmeye ve derinleştirilmeye muhtaç; fakat sadece isim tartışmasının ötesine geçen bir çözüm paradigmasının başlangıç zeminini oluşturması açısından bile değerli.

Kısacası; gerçek sorunlarımızı masaya yatırıp gerçek çözümler önerecek fikirlerimizi tartışmamız gerekiyor.

Erdoğan’ın ardından Türkiye’nin Cumhurbaşkanının kim olacağını tartışırken aday arayışının 6’lı masanın dışına taşması gerektiğini ifade eden Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş’ın, “Yurttaşı özne kılalım. Aday belirleme sürecinde kadın örgütlerini, gençlik örgütlerini, kitle örgütlerini çağırın ve dinleyin. Aday belirleme süreci 6’lı Masa’nın dışına taşmak zorunda.” önerisi, aday isim arayışının ötesinde; Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılına girerken karşı karşıya bırakıldığımız sorunlara nasıl bir iktidar fikri ile müdahale edeceğimizin, toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla belirlenmesi açısından son derece önemli.

İkinci yüzyılı kiminle açacağımızın ötesinde, hangi sorunlara hangi fikirlerle çözüm bulacağımız en önemli soru olarak ortada duruyor: Cumhuriyetin ikinci yüzyılını hangi fikirlerle inşa edeceğiz?

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun açtığı İkinci Yüzyıl arayışının gerçek sorunlara gerçek çözümler bulabilmek üzere tüm başlıklarda ve tüm toplumsal kesimlerle sürdürmeye ihtiyacımız var ve bu hatta tartışmaya devam edeceğiz.

Okumak için tıklayın

Öne Çıkan Haberler