Yazarlar
Topluluklarda Düzelme ve İlerleme: Bireysel Maliyet Üstlenmeler
By
Barış BayramPolitikacılar ciddi ve haklı eleştiriler aldıklarında kendi düşünce ve yaklaşımlarını neden değiştiremezler ya da buna gerek bile kalmadan özeleştiri yapamazlar? Uç bir örnek verecek olursak, Hitler yükselişi ve ardından diktatörlüğü boyunca yeterince eleştirildiği halde neden çok bariz ve kınanası yanlışlarını yıllar geçse de hiçbir zaman anlayamadı (kabul etmedi) ve(ya) bu yanlışlarından geri dönemedi? Yakın geçmişe bakarsak, başkanlığı süresince Trump aldığı olumsuz geri bildirimleri neden değerlendiremedi? Peki ya demokrasi ve insan hakları bakımından benzer şekilde eleştirilen Putin nasıl oluyor da halen düzelemiyor?
BARIŞ BAYRAM | Öncelikle, bu “anlaşılmaz ve aşılmaz görünen” durumun sadece devletin zirvesinde yetkilendirilmiş bireylerle ve “politik” meselelerle sınırlı olmadığını belirtelim: Solcu ve ilerici olanlar dahil felsefeciler ve çoğu akademisyen belli bir inşa ve kariyer noktasından sonra neden birtakım geçmiş üretim, kuram ve yaklaşımlarının temelden yanlış ve sorunlu olduğunu anlayamaz ve böyle eleştiriler yönelten başkalarının yaklaşımlarını kabiliyetli bir şekilde alımlayıp düşünsel dönüşümler yaşamazlar? Politik lider, entelektüel ya da akademik kuramcı olmayanlar dahil bireyler neden ideolojilerini sağlam eleştiriler sonrası ya da kendileri düşünerek bilhassa ters yönlerde değiştirmezler? Dahası, insanlar neden dinlerini ve benzeri inanç sistemlerini değiştirmezler? Yeterli düşünsel içerikle karşılaştıkları halde neden insanlar vegan olmaz? Hatta hiçbir ortamlarında vegan etiği öneren yaklaşım ve bilgiler ile karşılaşmasalar da insanlar entelektüel otonomileriyle kendi başına düşünüp kendi yaklaşımlarını üreterek neden vegan olmaz? Çeşitli çevresel ve dolayısıyla statüko, çıkar ağları, yasa, politika, sistem, topluluk, otorite ve güç ilişkileri vb. koşulların değişimi sonucu devralınan “değişimler” haricinde, neden çok büyük bir çoğunluk yukarıda sayılan temel ve örüntüler bakımından ciddi değişimleri kendi varoluşunda genellikle gerçekleştiremez ve çoğu sorunlu düşünce ve davranış örüntüsünü yaşamının sonuna dek sürdürür?
Okumakta olduğunuz bu politik felsefe yazımı yalnızca, yukarıda belirttiğim sorunlu durumu hem nedensellikleriyle anlamayı hem de aşmayı sağlamaya yönelik üretmiş olduğum statükocu dinamikler (minör adaletsizlik) kuramımın bir bileşeni olarak ürettiğim bir kavramlaştırmam olan etik motivasyonlu “maliyet üstlenme” nosyonu ve ilintili yaklaşımlarımı ana hatlarıyla açımlamaya ayıracağım.
Yanlış Toplumda Doğru Politikacı Yükselemez
‘Etik, Hakikat ve Adalet Birtakım Değişimleri Gerektirdiğinde Bile Bir Bireyin Değişmesi Çok Zordur’
Bir birey etik, hakikat (bilimsel/kuramsal doğruluk) ve adalet ile ilintili herhangi bir yanlış düşünce veya davranış örüntü ya da gerçekleşmesinden vazgeçip yerine farklı ve özellikle öncekini sorunlu bir duruma çıkaran nitelikte ters bir alternatife yönelerek kendi varoluşunda bir modifikasyona gittiğinde ve böylece bir değişimi hem dünyada hem de kendi bileşenlerinden birinde veya birkaçında gerçekleştirdiğinde çeşitli maliyetleri üstlenmek durumunda kalır. Bu yüzden, etik, hakikat ve adalet birtakım değişimleri gerektirdiğinde bile bir bireyin değişmesi çok zordur, doğacak olan ilintili ek maliyetleri karşılamaktan kaçındığı ve dolayısıyla bireysel olarak maliyet üstlenmeyi seçmediği ölçüde. Bireyler doğal seçilim ve cinsel seçilim baskıları temelindeki evrimsel iç dinamiklerinin belirleniminde kendi kaynaklarını, güçlerini ve statülerini ilerletme çabasında hareket ederken bu tasarımlarına sağlam bir etik yaklaşım eklemlemedikleri ve dolayısıyla güç yöneltimli bir varoluşla yaşadıkları ölçüde etik, hakikat ve adalet uğruna maliyet üstlenmekten kaçınırlar. Etik, hakikat ve adalet kabiliyet ve gerçekleşmelerinin aslında daha yaşanası bir dünyada yaşayabilmenin en temel gereği olduğunu anlayabildiği ve bu belirlenimi sağlayabilen etik ve entelektüel kabiliyetleri edindiği ölçüde bir birey söz konusu “maliyet üstlenmelerden” kaçınmayan ve hatta “maliyet üstlenmeyi” daha etik bir dünyada yaşayabilmenin en gerekli, zorunlu ve kritik yatırımı olarak gören bir anlayışla yaşayacaktır.
Peki etik uğruna üstlenilmesi zorunlulukla ve en temelden gereken maliyetler nelerdir? Bahse konu maliyetleri üçe ayırıyorum: 1- Bilişsel maliyetler 2- Varoluşsal maliyetler 3- Sosyal maliyetler.
Bilişsel Maliyetler: ‘Düzelttiğimiz Düşünceler Önceki Düşüncelerimize Ne Kadar ters İse Bilişsel Maliyetimiz O Denli Artacaktır’
Bilişsel maliyetler terk edilen düşüncenin (gündelik bir davranışın gerekçesi olan bir kabul gibi minör ya da ideoloji veya temel alınan bir kuram gibi majör bir yaklaşım olabilir) yerine yenisini inşa edebilmek hem entelektüel efor hem de buna yönelik entelektüel kabiliyetlerin inşasını gerektirdiği için belirmektedir. Bununla bağlantılı olarak söz konusu düşüncemizi (ya da düşünme biçimimizi) terk ettiğimizde mezkur düşüncemize dayanan başka pek çok düşüncemiz de dayanaksız kalacak ve zayıflayacaktır. Bizi kendisine vardırmış olan başka pek çok düşüncemizi de yeniden gözden geçirmemizi gerektirecektir. Dahası, bu düşüncemizin yerine bir yenisini inşa edebilsek bile onu kendi anlayışımıza eklemlememiz ve ilintili birçok meseleyi bu yeni düşüncemiz ışığında baştan düşünmemiz gerekecektir. Dolayısıyla, düzelttiğimiz düşünceler kendileri sayesinde terk ettiğimiz önceki düşüncelerimize ne kadar ters (önceki düşüncelerimizin sorunlu ve yanlış taraflarını ortaya koyan, çürütücü veya bağdaşmaz nitelikte) ve kuramsal bakımdan ne kadar temel ve kapsamlı bir düzlemde olursa bilişsel maliyetlerimiz o denli artacaktır, öyle ki hakikaten bir dönüşümün yaşanabilmesi çok daha fazla zaman ayırmayı, bilinmeyenlere yönelik araştırmalar yapmayı ve içselleştirip ilintili karmaşıklıklarıyla kavrayarak içerimlerinin sonuçlarını keşfeden ve uygulamalarını gerçekleştirebilen kabiliyette düşünmeleri gerektirecektir.
Varoluşsal Maliyetler: ‘Benliğinin ve Geçmişinin Bir Kısmı Bu Değişimle Beraber Değersizleşecek’
Varoluşsal maliyetler ise bireyin değiştirdiği kendi düşünceleri sonucunda önceki yanlış düşünce ve davranışları ile daha önce kazanmış olduğu haksız avantajları (örneğin akademik statüleri), kariyer başarılarını, ekonomik kazançları terk etmesi ve daha adil bir durumda ise geri iade etmesi ya da hak edenlere telafi niteliğinde dağıtması gereği gibi çok çeşitli etik zorunlulukların belirmesiyle başlar. Ayrıca, terk edeceği önceki düşüncelerine dayanan ve keyif aldığı pek çok şeyi artık yapamaması ve bunlardan vazgeçmesi de gerekecektir. Bu düşüncelerle ilintili anıların olumlu anlamlandırmaları ve yine ilintili dostluk, ilişki ve duygu kayıpları da zorunlulukla gerçekleşecektir. Adeta benliğinin ve geçmişinin bir kısmı ve öz-imajı kısmen de olsa bu değişimle beraber değersizleşecek ve yerine yenisinin değerli bir şekilde inşa edilip eklemlenerek deneyimlendikçe koyulduğu süreç belli bir olgunluğa erişene dek değer açısından bir tür olumsuz öz-anlamlandırma söz konusu olacaktır. Dahası, değişiklikle ilintili geçmişte düşünülen ve yapılan pek çok şeyin etik ve entelektüel bakımdan sorunlu, suçlu, adaletsiz, vasat vesaire olumsuz karşılıkları olduğu anlaşılınca doğal olarak bireyin kendi etik, entelektüel ve hatta akademik kabiliyetlerine dair öz-değerlendirmesi geçmişe yönelik olarak aynı ölçüde düşmek durumunda kalacaktır. İlintili olduğu ölçüde artık aynı şeyleri doğru bulmaz, aynı ilişkileri değerli bulmaz, aynı bireyleri anlamlı veya arzu edilir bulmaz hale gelebilecektir. Bireyin iç dünyasındaki anlamlandırmalarında birçok şey, örüntü, olay, anı, kavram, düşünce, birey, eylem vb. içerik önceki anlam ve değerini kaybedecektir. Elbette değişimle birlikte başkaları da yeni anlam ve değerler kazanarak onun iç dünyasında yeni yükselen ve derinlik kazanan yerler edinecektir, ancak tüm bunlar da zaman alacak ve birçok yatırım gerektirip çeşitli maliyetler çıkaracaktır, bireyin kendisine. Önceki düşünce ve davranış örüntülerinin sorunlu sonuç ve içerimleri için suçluluk duymasının yanı sıra öz-algısında kendi etik ve entelektüel kabiliyetlerine duyduğu güven sarsılacak ve geleceğe yönelik olarak da kabiliyetlerini geliştirene dek ilintili meselelerde kendi varoluşunun benzer olası yanlışlarına dair ek kaygılar ve olumsuz anlamlandırmalar içerisine girmek zorunda kalacaktır. Değişimi sonucu pek çok iş, kariyer ve olanağı artık ona yanlış ve sorunlu gelebilecek ve böylece seçenekleri ciddi ölçüde azalabilecektir. Kısacası, eskiden doğru bulduğu ve faydalandığı pek çok olanağı terk etmesini gerektiren hazsal ve ekonomik olanlar başta olmak üzere ek maliyetler üstlenmeleri kaçınılmaz biçimlerde söz konusu olacaktır.
Kabilecilik: Karanlıkların En Güçlü Kaynağı
Sosyal Maliyetler: ‘Birey Değiştiği İçin Diğerlerine De Değişmeleri Gerektiği Sinyalini Vermiş Olmaktadır’
Sosyal maliyetler ise bireyin kendi yanlışlarını kabul etmesi halinde geçmişte yaptıklarından doğan zararları ve haksız kazançlarını telafi etmesi yönünde adalet uyarınca statü kaybı ve etik/entelektüel kabiliyetlerinde önceki yanlışlarına bağlı bir sosyal imaj kaybının yanı sıra, terk ettiği yanlışları halen sürdürenlerin ve bilhassa bireyin bu yanlışta ortaklaştığı kendi yakınsadıklarının (dostlarının, kabileci topluluklarının vesairenin) bu değişimi bir eleştiri, tehdit, meydan okuma veya statükolarını sarsma biçimi olarak kaçınılmaz bir gerçeklik içerisinde deneyimlemeleriyle ortaya çıkan ve bunun sonucunda kabileci, statükocu, pasif otoriteryen vb. güç yöneltimli sorunlu örüntülerle onun değişiminden dolayı kendisini haksız bir biçimde cezalandıran bireylerin yeni duruma verdikleri tepkiler ile belirir. Örneğin, feminist bir birey etik vegan olduğunda kendi mikro feminist statükosundaki diğer feministler navegan pozisyondaki akademisyenlerden oluşuyorsa bu naveganların bahse konu bireye karşı mezkur değişiminden ötürü kabileci ve statükocu tarzda sorunlu davranışları, dezavantajlı kılıcı adaletsiz yaklaşımları, zarar verici yanlılıkları, değersizleştirmeleri, dışlama vb. sosyal şiddet ve ayrımcılık örüntüleri kendiliğinden zorunlu olarak devreye girecektir. Zira birey değiştiği için diğerlerine de değişmeleri gerektiği sinyalini vermiş olmaktadır, böyle bir iletişimi somut olarak kapsamlı bir şekilde gerçekleştirmese bile, ki bu sinyal de diğerlerinde etik ve(ya) entelektüel kabiliyet ve gerçekleşmeler anlamında bir şeylerin yanlış veya önemli ölçüde yetersiz olduğunu ileri süren bir meydan okuma anlamına geldiğinden kabileci ve statükocu topluluklar tarafından ödüllendirilmesi gerektiğinde bile en ağır şekilde cezalandırılan bir duruma karşılık gelmektedir.
Dahası, böylece adaletsizliklere uğrayan bireylerin güçlendirilmesi ve dolayısıyla toplumun ve dünyanın daha adil, gelişmiş ve yaşanabilir bir yer haline gelebilmesi için, haksız bir şekilde dezavantajlı kılınmış bireylere hiçbir sistem, statüko ve topluluk ya da birey maddi manevi destekleri sağlamıyorken yine geçmişi düzeltici ve telafi edici tarzda bireylerin maliyet üstlenerek mevcut duruma karşı hem kendi yanlışlarını hem da başkalarının yanlışlarını etkisizleştirmeye yönelik olarak, statükocu statükolara, topluluklara ve topluma karşı(n) ve öncü, bireysel, bağımsız, özerk, istekli, ilkesel ve hakiki etik motivasyonlarla maddi manevi destek verici “maliyet üstlenmeler” içerisine bir birey olarak girmesi temel bir zorunluluk olarak belirir. Zira aksi halde statükolar statükocu yanlışlarıyla güçleri yettiği bireylere karşı işlerine geldiği gibi adaletsizlik ve kötülük yapmayı sürdürmektedirler. Dolayısıyla, bir bireyin sadece kendi yanlışını düzeltmesi değil, etkileştiği toplum ve topluluklardaki yaygın yanlış örüntülere karşı da böylece harekete geçmesi “maliyet üstlenme” ilkesinin toplumsal dönüşüm ve ilerlemenin zorunlu temelini sağlayan işlevleri görmesindeki asıl faktördür. Maliyet üstlenme bilincindeki bireyler çoğaldığı ve toplumsallaşmalarında maliyet üstlenmelerini sürdürdükleri ölçüde toplum ve topluluklarda her tür düzelme ve ilerleme formunda dönüşümler sosyokültürel örüntüler olarak yayılarak hakiki anlamda gerçekleşme olanağına kavuşmaktadır.
‘Kimse Kolay Kolay Birey Olarak Maliyet Üstlenmemektedir’
Statükocu statükolarda daha statükocu ve kabiliyetsiz bireylerin güçlenip statülerini yükseltebildiği ve böylesi kabiliyetsiz bireylerin de statükocu statükoların sorunlu örüntülerini pekiştirdiği ve hatta daha da adaletsiz ve güçlü kıldığı şeklinde temel nitelikte yıkılası sosyokültürel dinamiklerin varlığını öne sürdüğüm ve açımladığım “Kötülüğün Sıradanlığı Her Kesimde Aynı: Statükoculuk” başlıklı yazımda statücülüğün ve kabileciliğin bu gerileme süreçlerini nasıl beslediğini ele alırken ilerlemeye özgü dinamikleri incelemeye yeterince yer ayırmamıştım. Bu yazımda ise ilerleme ve gerilemeyi bir arada mesele ederek statükoları farklı bir bakış açısıyla anlamlandırma olanağını maliyet üstlenme kavramsallaştırmam temelinde erişilebilir kılmayı önererek konuya yaklaşımımı bir bütünlüğe taşıma amacımı izlediğimi belirtmek isterim.
İki bağlamı birbiriyle daha yakından ilişkilendirmek gerekirse, statükolardan ziyade, bireylerin statükocu olması ya da olmaması asıl mesele olarak görülmeli ve dolayısıyla maliyet üstlenmenin statükoculuktan kurtulmanın temel gereği olduğu anlaşılmalıdır. Bilim ve akademi (ve elbette toplum) bu anlamda çoğu zaman geç kalmakta ve statükoculuğa teslim olmakta, özetle kimse kolay kolay birey olarak maliyet üstlenmemektedir. Hakiki “düşünce insanı” (entelektüel, filozof, akademisyen, kuramcı, bilim insanı, uygar birey vesaire) ve özellikle de en iyileri bu tür bir iş işten geçmişliğe teslim olmaz ve bu yüzden mümkün mertebe hep daha çok maliyet üstlenir, ta ki ilintili meselede başkaları da yeterince maliyet üstlenene ve böylece sorun aşılana dek.
‘Makro Çözümlerin Kapsadığı Adalete İlişkin Meseleler Her Zaman Kaçınılmaz Olarak Yetersiz Kalacaktır’
İlerleme? Statükoculuğun hakiki liyakat sahibi olanları anlamayı veya belirlemeyi ve hatta fark etmeyi bile önlediği ve sezildiklerinde ise değersizleştirilip değerbilmezliklere maruz bırakılmalarına neden olduğunu önceki yazı(ları)mda nedensel örüntüleriyle açımlamayı denemiştim. Buna ilaveten, güç yöneltimli anlayışı içselleştirmiş bireylerde sosyal baskınlık isteğinin ağır bastığını ve sosyal olarak baskın olmaya yönelen bir bireyin bu sosyal baskınlık zihniyetinin de kendi statükocu mikro statükolarında baskın olmak istemesiyle onu kaçınılmaz olarak kabileciliğe ve başka adaletsizlik örüntülerine çektiğini de ayrıntılarıyla ortaya koymaya çalışmıştım. Bununla ilişkili olarak, statükocu statükolardaki sorunlu bileşenleri, örüntüleri ve temelleri fark edebilecek ve onları çürütüp yerlerine sağlam alternatiflerini üretebilecek motivasyon, bakış açısı ve kabiliyette olan bireylerin statükocu statükolarda yükselemediği ve en düşük statülere mahkum edilip güçsüz kılındığı, daha çok statükocu olanların daha yüksek statüler edindiği ve daha yüksek statü sahibi olanların da gitgide daha çok statükocu olduğu ve böylece statükolar ile “statükocu düşünce elitlerinin” birbirini karşılıklı olarak pekiştirip desteklediği sorunlu kısır döngülerin altında yatan dinamikleri kırmayı ve doğru alternatifleri hayata geçirmeyi bu statükocu statüko dinamiklerine karşı(n) ancak ve sadece bireyler olarak bilişsel, varoluşsal ve sosyal maliyetler üstlenerek gerçekleştirebileceğimizi nihayet açımladıktan sonra eklemek istediğim bir husus daha var.
Toplumsal dönüşümler yukarıdan aşağıya biçimde yasalarla, insan hakları vb. söylemlerle, eğitim sistemiyle, hükumet politikalarıyla ve ekonomik sistemlerle, medya, sivil toplum vb. örgütlenmelerle ve hatta bir bakıma kültür ürünleri vs. ile de daha gelişmiş uygulamalar söz konusu olduğu ölçüde sağlanmaktadır, ancak kabilecilik, statükoculuk ve pasif otoriteryenlik kaynaklı toplumsallaşmalar temelindeki sorunlu örüntülerden kaynaklanan ve bireylerin maliyet üstlenme olanaklarıyla ilintili alanlara müdahale edemediklerinde(n) bireylerin etik örüntüleri kendilerinin gerçekleştirerek topluluklarında ve elbette toplumda ve hatta dünyada daha fazla güçlendirmeleri en kritik noktadır demek istiyorum. Zira etik, entelektüel ve akademik açıdan en değerli üretimleri yapan bir bireyin çalışmaları (örneğin kitapları) içerisinde yaşadığı toplum tarafından değer görmediği için kendisine en kötü ve adaletsiz sosyal ve ekonomik koşulları sağlayan bireylerden oluşan böyle bir toplumda kapitalizm ya da başka bir ekonomik sistem, gerici ya da ilerici bir hükumet, hukuk ve eğitim sistemi hiçbir çözüm sağlayamaz, geç kalmamayı başaramaz ve geçmişi telafi edemez ve böyle bir telafiyi sağlayamadığından şu andaki ve gelecekteki adaletsizlikleri ve haksız dezavantajlarını da düzeltemez ve dezavantajlı bireyi adaletsizlik döngüsünde yok edilmekten kurtaramaz. Kısacası, makro çözümlerin kapsadığı adalete ilişkin meseleler her zaman kaçınılmaz olarak az (yetersiz) kalacaktır ve bireylerin toplumsallaşma tarzlarından kaynaklanan ve yani çok daha kapsamlı ve dolayısıyla politikaların, çeşitli kuralların ve yasaların ele alması mümkün bile olmayan çok ciddi adaletsizlikler karşısında “makro çözümler” hiçbir biçimde resmi, formel, sistemik ya da yapısal olarak devreye sokabileceği araçlara sahip değildir. Bu yüzden, adaletsizliklerin ve ilerleyememenin asıl nedenleri en çok da bireylerin böylesi vasat ve adaletsiz toplumsallaşma örüntüleriyle somutlaşmaları olduğu için ve yine bireylerin maliyet üstlenerek bu adaletsizlikleri giderme yönünde etik müdahalelerde bulunması her zaman tek ve zorunlu çözüm olarak demokrasinin ihtiyaç duyacağı asıl temel olacağı için bu etik anlayışı kendi bireyliklerimizde inşa edip içselleştirmemiz elzem.
Otoriteryenliğin Dayanılmaz Pasifliği
Etik Uğruna Bugün Hangi Maliyetleri Üstlenebilirim?
Özetle ifade edecek olursam, bireyler bilişsel, varoluşsal ve sosyal maliyetleri statükolarından bağımsız bir şekilde üstlenemedikçe güç-yöneltimli ve dolayısıyla kabileci, pasif otoriteryen ve statükocu örüntülerle yaşamaya daha eğilimli ve bu anlamda etik ve entelektüel bakımlardan daha kabiliyetsiz olup düşünsel özerkliği vasatı aşamayan bireyler yükselebilmek üzere statükocu statükolarının gerçekleşmişliklerine, kabullerine ve beklentilerine uygun ve hatta bunları aklayıp daha da güçlü kılan yaklaşım, motivasyon, bakış açısı ve üretimlere yönelecek, inanacak veya arzu duyacak ve araştırma veya düşünmelerini sadece bu örüntülerle en baştan mutlak biçimde sınırlandıracak tarzda belirleniyor ve statükocu statükolar da böyle bireylerin akademik, politik, sosyal vesaire her tür alanda yükselip güçlenmesini sağlıyor, kendi statükoları içerisinde. Güdümlü akıl yürütme (motivated reasoning) ve doğrulama yanlılığı (confirmation bias) söz konusu sorunlu belirlenimlerin aşırılaşmasında önemli bir rol oynadığından sistematik bilişsel hataların kabilecilik ve güç ilişkileriyle birlikte ele alınmasının araştırma ve düşünme ufkumuza kritik bir derinlik katacağına inanıyorum.
Öyleyse kendimize her gün sormamız gereken öncelikli soru şu: “Etik uğruna bugün hangi maliyetleri üstlenebilirim?”
İlginizi çekebilir
-
Oxford Üniversitesi: En Düşük Sermaye Maliyetini Yenilenebilir Enerji Sağlıyor
-
30 Ağustos Zafer Bayramı’mız Kutlu Olsun!
-
Editör/Muhabir Pozisyonunda Çalışacak Yeni Ekip Arkadaşımızı Arıyoruz
-
İklim Değişikliğine Bağlı Aşırı Hava Olayları Dünyaya Milyarlarca Dolara Mal Oldu
-
Hayvan Hakları Savunucularının ‘Hayvan Deneyi’ Zaferi
-
Cumartesi Anneleri: ‘İşkenceciler Değil, Biz Yargılanıyoruz’
Ekoloji
Kuraklık Trakya’yı Sarıyor: Susuzluk Riski Giderek Artıyor
2 yıl önce
-
12 Mart 2023By
Deniz KılıçTrakya bölgesindeki çiftçiler, kuraklık kaynaklı büyük bir üretim sıkıntısı içerisine girdi. Bazı köylerde yağmur dualarına başlandı.
DENİZ KILIÇ | Küresel ısınma ve iklim krizi her geçen gün biraz daha hissediliyor. Mevsim normallerinin üzerinde devam eden hava sıcaklığı geleceğe endişeyle bakmamızı sağlıyor. Her yıl bir önceki yılın aynı ayına göre hissedilebilir hava sıcaklığının artış gösterdiği verilere yansıyor. Meteoroloji Genel Müdürlüğü verilerine göre uzun yıllar Ocak ayı ortalama sıcaklığı 2.9 santigrat olup 2023 Ocak ayı sıcaklığı da 5.3 santigrat olarak gerçekleşmiştir. Yağışlı gün sayısının düşmesi ve oluşan kuraklık en çok da çiftçileri etkiliyor.
Trakya bölgesinde çiftçilerle yapmış olduğum görüşme neticesinde, çiftçiler kuraklıktan kaynaklı olarak büyük bir üretim sıkıntısı içerisinde. Bu yıl bazı kanola üreticilerinin yağış yetersizliğinden dolayı ektikleri kanolayı bozarak, ayçiçeği ekim alanı olarak hazırladığını biliyoruz. Buğday ekim alanlarına atılan gübrenin yağışların gerçekleşmemesinden dolayı erimediğini ve toprağa karışmamasından dolayı buğday hububatı açısından sorun olabileceği yine bölge çiftçisinin gündeminde olan başka bir konu.
Yağmurun yağmaması halinde bu yıl buğdayda rekolte sıkıntısı ile karşı karşıya kalabiliriz. Ülkemizin en çok ayçiçeği üreten bölgesi Trakya’da çiftçiler bu yıl yağışların yetersizliğinden kaynaklı olarak ayçiçeği ekim alanlarını henüz hazır hale getiremediklerini dile getiriyor. Göl ve göletlerden çekilen sular, yeraltı kaynaklarında azalan su miktarı gelecek açısından uyarı veriyor.
ÖZEL HABER | Türkiye’de Kuraklık Her Yeri Sardı: Peki, Çare Ata Tohumları Mı?
Trakya’da Susuzluk Sorunu Ortaya Çıkabilir
Küresel ısınma ve iklim krizinin doğurduğu sonuçlar, Trakya çiftçisini birçok bölgeden daha fazla endişelendiriyor. Fakat iklim krizi deyip, insan faktörünü gözardı etmemeliyiz. İnsan eliyle su kaynaklarının yok olmasına yol açan uygulamalar, bir an önce kamu eliyle engellenmelidir. Gerekli tedbirler alınmadığı takdirde, Trakya genelinde yakın gelecekte içme suyunda ve tarımsal sulamada ciddi sorunlarla karşılaşabiliriz. Kurak bir kış mevsimini yaşayan çiftçilerin çareyi yağmur duasında aradıklarını da belirtelim. Pek çok köyde yağmur duaları yapılmaya başlandı.
Öte yandan Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün Aylık Sıcaklık Analizine göre, geçtiğimiz ocak ayında Türkiye genelinde beş istasyonda ölçülen hava sıcaklığının ekstrem düzeyde olduğunu görüyoruz. Bu beş istasyondan ikisi Trakya bölgesinde yer alan Kırklareli ili ve Lüleburgaz ilçesi. Diğer üç istasyon ise Erzurum, Kars ve Bingöl illeri olarak verilere yansımış durumda.
🎙️ Kandilli Rasathanesi Meteoroloji Laboratuvarı Başkanı Adil Tek: “Marmara, Ege, Batı Karadeniz ve İç Anadolu’nun batısında kuraklık olağanüstü halde. #Kuraklık analizlerine göre, önümüzdeki yıllarda bugün yaşadığımız kuraklıkların daha da artacağını öngörüyoruz.” pic.twitter.com/0VaxZdHIfn
— K2 TV (@k2haber) January 28, 2023
Son yıllarda bir kavram var, Alan Yönetimi… Çekül Vakfı’nın tespitine göre, UNESCO Miras Alanları ile ilgili bir durum bu. Arkeolojik, kentsel ve doğal sit alanlarının güya korunmasıyla ilgili… Buraları bakanlıklara bağlı kuruluşlar, mesela Milli Parklar Müdürlüğü, müzeler veya yerel yönetimler koruyamıyor, ayrıca yönetimde bir sorun ortaya çıkıyor, yetki karmaşası yaşanıyor. Yeni icat edilen ‘Alan Yönetimi’ kurtarıcı olarak devreye girsin isteniyor.
CENGİZ ERDİL | Çekül Vakfı soruyor; “Gerçekten ‘Alan Yönetimi’ kavramı her derde deva bir formül mü? Bürokratik, zorunluluktan doğan bir yasal süreç mi? Bir örgütlenme modeli, güçlü bir yeni otorite mi? Yoksa klasik temsili demokrasinin tıkandığı alanlarda, özellikle mirasın korunmasında yeni bir yönetim denemesi mi?”
Hiçbiri değil…
Ülkemizde Alan Yönetimi, bu alanların yapılaşmaya açılmasından başka bir şey değil.
Alan Yönetim Başkanlığı’nın oluşturulduğu Kapadokya ve Çanakkale Gelibolu Milli Parkı’nda ciddi sorunlar var. Kapadokya’da peri bacalarının yakınından yol geçiriliyor, Gelibolu Yarımadası’nda köylülerin yüz yıllık bağ ve bahçelerinde tarım yapmalarına engel çıkarılıyor.
Zeytinlikleri Faili Meçhule Götürmek İstiyorlar
Şimdi Sırada Uludağ Var
AKP Bursa Milletvekillerinin imzası bulunan 13 maddelik Uludağ Alanı Hakkında Kanun Teklifi’, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’ndan geçti. Teklif, Bursa’daki Uludağ Milli Parkı’nın korunmasının sağlanması amacıyla ‘Uludağ Alan Başkanlığı’ kurulmasını öngörüyor.
İYİ Parti Grup Başkanı ve Bursa Milletvekili İsmail Tatlıoğlu, ‘Alan Başkanlığı’ yapılmak istenen bölgenin çok kıymetli olduğunu belirtmiş ve şöyle demiş; “Uludağ’ın Alan Başkanlığı kapsamına alınmasını gerektirecek neden yok. Burası belediye ile düzgün bir şekilde imar planının uygulanabileceği bir yer. Ama burası, ayrılarak tam anlamıyla kullanılabilecek bir alan. İstismara çok açık bir şey. Dolayısıyla burada biraz aceleleri var.”
Burayı önemli kayak merkezi olarak biliyoruz ama kayak alanı Uludağ’ın devede kulak bir parçası. Türkiye’nin en büyük milli parkları arasında yer alan Uludağ Milli Parkı alanının yüzde 84’ü Mutlak Koruma Alanı içerisinde bulunuyor. Bilimsel araştırmalar dışında hiçbir faaliyete izin verilmeyen, insan etkisinin yasaklandığı alandan söz ediyoruz.
Düzenlemede turizm amaçlı gerçekleştirilecek tahsis süreci ve yatırımlar yapılması maddesi dikkat çekici.
Uzmanlar bu düzenlemeyle Uludağ’da yapılaşmanın artacağını, zaten betona gömülen Bursa’da dağ eteklerinde orman varlığının yok olacağını savunuyor.
Uludağ’da milli park 13 bin hektar genişliğinde. Uludağ aynı zamanda önemli bir uluslararası kuş konaklama alanlarından. Sayıları gittikçe azalan sakallı akbaba ve kaya kartalının yuvası olan yöre, paçalı baykuşun ilk görüntülendiği yer… Ayrıca apollo kelebeğinin ender yaşadığı bölgelerden.
Bursa’nın temiz havası, suyu olan Uludağ’ı anlatırken ünlü seyyah Evliya Çelebi’yi anmadan olmaz. 400 yıl önce Uludağ’ı şöyle anlatmış: “Bir kayadan gayet soğuk bir Ab-ı hayat fışkırır ki, insan içinden bir taş çıkaramaz. Buz gibidir. Burada küçük büyük göller vardır. Bu göllerde birer ikişer okkalık alabalıklar yetişir. Buralarda ki su birikintilerinde haliçlerde kışın su donar. İstanbul tarafından iki-üç yüz neferiyle karcıbaşı gelerek bu göllerden buz keser. Her parçası sanki billur ve neceftir. Elmas parçası gibi parıltısı insanını gözünü kamaştırır. Mudanya iskelesinden kar gemilerine yüklenir ve İstanbul’a padişahın mutfağına, helvahanesine, has haremine ulaştırılır.”
Hürriyet köyü ve köylülerinin hikayesi uzun ama kısaca bahsetmek lazım. Bu ülke tarımı Balkan göçmenlerine çok borçludur. Gerek Balkan Savaşları’ndan sonra, gerekse 40’lı yıllardan sonra gelen Evlad-ı Fatihan’lar (atalar onlara öyle der) özellikle Marmara ve Ege Bölgelerinde tarım ve hayvancılıkta önemli işler yaptılar, bazı tarım tekniklerini onlar öğretti, ortak meralar kurdular, kooperatiflerin kurulmasına öncülük ettiler. Kurucu önderin de Selanik doğumlu olduğunu unutmayalım.
CENGİZ ERDİL | Burada yazılan bir Balkan göçmeni köyünün başına gelendir. İşin içinde devletin en üstü dahil olunca, konu medyamızda da nihayet haber oldu.
Olay şu; Bursa’nın Karacabey İlçesi Hürriyet köylülerinin geçmiş yıllarda kendi istekleriyle meraya çevirdikleri tapulu arazilerine belediye el koyar, köylülerin hak isteme mücadelesi de böyle başlar.
201 hane oluşturan göçmenler 1951 yılında Karacabey’de Haydar Ağa Çiftliği’ni Kemal Çayıroğlu’ndan satın alır ve 12 bin dönüm araziyi aralarında eşit paylaşırlar. Çevre köyler mera ve otlaklarını kullandırmayınca, arazilerinden 6 bin dönümü hayvan otlatmak için otlakiye, kavak dikmek için kavaklık, odun kesmek için baltalık ayırıyorlar. Cami, okul, öğretmen lojmanı, mezarlık yeri de bırakıyorlar.
Gel zaman git zaman arazi kıymetleniyor, tarımı beyinlerinden silen betoncuların iştahını kabartıyor. Araziye Karacabey Belediyesi el koyuyor. İşin bürokrasi merdivenlerinde tırmandırılması ve mahkeme safhası uzun, sonuçta el koyma operasyonu oldu bitti ile gerçekleşiyor.
Zeytinlikleri Faili Meçhule Götürmek İstiyorlar
Burası Çok Önemli! Belediye ve Bakanlığın Birbirinden Habersiz Davranma Rolü
İyi polis, kötü polis senaryosu gibi bir şey bu. Karacabey’de olanları en üsttekiler bilmiyor, alttakiler de görmezden geliyorlar.
Şöyle anlatalım; Tarım ve Orman Bakanlığı’nın bir projesi var. Tarım alanlarının korunması ve hatta tarıma arazi kazandırılmasını amaçlayan bir proje bu. Mesela Bakanlığın konuyla ilgili açıklamasından bir bölüm şöyle; “Tarıma uygun olmayan alanlarda uygun üretim teknikleriyle bitkisel üretimin artırılması amacıyla ülke genelinde projeler başlatıldı. Bu projelerle ilave 2,4 milyon dekar alanda ekiliş yapılması planlandı.”
Şimdi aynı partinin Bakanlığı başka, yerel yönetimi bambaşka düşünüyor. Biri AK derken, diğeri KARA diyor. Biri tarımdan diğeri betondan yana… Oysa, Karacabey Belediyesi bereketli arazilerde örnek bir çiftlik kurulması için öncülük etseydi, daha çok insan mutlu ederdi.
Hukuk mücadelesi veren Hürriyet köylüleri şu sorunun yanıtını arıyorlar; “Bu taşınmazların öngörülemez bir şekilde Karacabey Belediyesi’ne geçmesi neticesinde Belediye’nin iş bu taşınmazları hiçbir kamu yararı gözetmeden satıyor olmasında, kamu zararı mevcut mudur?”
Arazileri kurtarmak isteyen köylüler nihayet devletin zirvesine ulaştıklarında, sorunlarını anlattılar. Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Kim bu Belediye?” diye sordu.
Yanındaki milletvekilleri cılız ve biraz da korkarak, “Bizim belediye efendim” dediler.
Sonra herkes sustu…
Ülkemizin gündelik tarihinde yılbaşı zam fırtınasını işaret eder. Yılbaşına birkaç gün kala veya yılın ilk haftası zam fırtınasının zamanıdır. Hiçbir yere kaçamazsın, gelir seni bulur.
CENGİZ ERDİL | Yiyeceğinden içeceğinden sonra sanki bir kuralmış gibi vergiler ve harçlar da artar. Tebliğler (neden bildirim denmez acaba!) ardı ardına gelir. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın değişik tebliğleri var. Resmi Gazete’ye bakmakta her zaman yarar vardır, şu dikkatimi çekti.
Katma Değer Vergisi Genel Uygulama Tebliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ… (şunu demek istiyor, bir tebliğimiz vardı, onu değiştirdik, tebliği kaldıran tebliği, tebliğ ettik!) İşte devletin tam resmi yayın organı sayılan gazetede yayınlanan tebliğlerden biri de çevreyi kirletenlere kesilen cezalarla ilgili.
Bu cezalar da acayip arttı. Bizde kağıt üzerinde her şey iyidir, sorun uygulamada. Doğaya tehlikeli atık atan, yurtdışından atık taşıyan, imar planlarını bozanlara hapis cezası bile var.
Cezalar arttı da, “Denetleyecek eleman sayısı nedir?” diye de sorarsanız, bakanlıkların ve belediyelerin denetim ekiplerinin sayıca yetersiz olduğu gerçeğiyle karşılaşırsınız. Geçen yılın ilk dokuz ayında yapılan denetimlerde, 385 milyon 800 bin 737 lira idari para cezası kesilmiş. Denetlenen işletme sayısı 4 bin dolayında.
Zeytinlikleri Faili Meçhule Götürmek İstiyorlar
Bu Yıl Çevre Cezaları Yüzde 122 Arttı
Bu cezalardan önce halkı yakından ilgili olanlarına bakalım; konutunda gürültü yaptın cezası 4.830 lira, gürültüyü otomobilinle çıkardın 14.613 lira… Sokağa çöp attın cezası 3.036 lira…
Köylerde ise anız yakmanın cezası dönüm başına 244 lira, eğer anız orman yakınında yakılırsa cezası dönüm başına 1.220 lira… Şimdi gelelim büyüklere…
Marmara ve Boğazlar Bölgesi en hassas alan seçilmiş. Bu bölgeyi kirleten tesis ve gemilere verilecek cezalar misliyle arttı. İlk ceza 1.466.072 lira… Yani Marmara’yı kirleten bir buçuk milyon liraya yakın ceza ödeyecek. Gemilere verilen cezalar tamam ama ülke sanayinin can damarı bölgede Marmara yıllardır adeta çöp kutusu olarak kullanılıyor.
Trakya’da Ergene, Bursa’da Nilüfer Çayı çevresindeki tesislere defalarca ceza kesildi. Hala önlem almadan çalışmaya devam ediyorlar.
Arıtma tesisi kurmayanlara verilecek ceza 733.363 lira. Peki adam kurmadı, cezayı verince kurtulacak mı? En azından kapısı uzun bir süre çalınmayacak. Yasalarda bazı boşluklardan yararlanıp, tesis çalışmaya devam edecek.
Hava kirliğine yol açan tesislere 73 bin liradan 586 bin liraya kadar cezalar var.
O zaman gaz arıtma bacası olmayan termik santrallerin başı dertte demektir. Hayır hiç de öyle değil, zehir saçmaya devam ediyorlar.
Taş ocaklarının toprak, orman ve su dengesini bozmada üstlerine yok. Hala ruhsat veriliyor. Ruhsat alamayan da kaçak çalışmanın yolunu buluyor.
Sokağa çöp dökenleri artık kentliler ayıplamasını biliyor. Burada sorun çok az. Asıl tehlike denizleri, toprağı bitirenler… Ceza ise paradan değil, onlarını yolunun kesilmesinden geçiyor… Çok şey istemiyoruz, modern bir işletme nasıl oluyorsa, öylesini arzu ediyoruz.
“Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” demiş ya atalarımız Kuzey Ege’nin başına gelen odur. Bir bölgeyi turizm alanı ilan edip sonra maden aramalarına, santral inşaatlarına açmak saçmalığı olsa olsa bizde olur herhalde…
CENGİZ ERDİL | Aydın’ın ovalarında tarımı tehdit eden jeotermal santraller Kuzey Ege’nin de başını belaya sokacak. Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı Büyükhusun köyünde bir süre önce JES inşaatıyla ilgili proje mahkeme kararıyla iptal edilmişti. Ancak şirket yeni bir ÇED raporu hazırlayarak çalışmalara başladı.
Köylüler elbette yine arazilerini korumanın kavgasını veriyorlar. Adalet arıyorlar. Nasıl ki Karadeniz’de yeterli sayıda HES (Hidroelektrik santral) varken, masa başı projelerle yeni HES’ler için dereler yağma ediliyorsa, Kuzey Ege’de de halen faaliyete olan dört JES’e ek olarak daha fazlası isteniyor.
Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği açıklamasında şöyle diyor; “Ayvacık ilçemiz bir süredir jeotermal kaynak arama ve jeotermal enerji santralleri projeleri ile gündemde. Tuzla yakınlarında halen çalışmakta olan dört adet JES var. Bu projelerin tarımsal üretim, yeraltı ve yerüstü sularımıza verdikleri zararları görmekteyiz. Bölgemizin tarımsal, turistik ve kültürel değerlerine zarar verecek yeni jeotermal enerji santralı istemiyoruz. Ayvacık ilçemizin bazı şirketlerin kar hırsı için gözden çıkarılmasına izin verilemez.”
Cengiz Erdil yazdı: Patara’nın Kumları Nereye Gitti?
Bilirkişi Raporuna Dikkat!
Mahkeme daha önce projeyi iptal ederken bilirkişi keşif raporunu dikkate almıştı. Bu raporda, projenin tarım arazileri içinde kaldığı belirtiliyor, sondaj noktasına en yakın yerin topu topu bir kilometre uzaklıkta olduğuna işaret ediyordu.
Ve asıl önemlisi yöre antik alanların varlığı nedeniyle koruma altında ve devlet de burada turizm yatırımlarına öncelik verilmesini istemiş. Gelin görün ki; herhalde ‘Ayağına Sıkmak’ buna denir, şimdi bu alanda enerji yatırımlarına öncelik veriliyor. ‘Elveda turizm, hoş geldin baca gazları’ demek lazım.
Proje sahasının hemen yakınında UNESCO Dünya Mirası geçici listesinde yer alan Assos Antik Kenti, Lamponia Antik Kenti ve Dolmen adı verilen antik dönem mezarları var.
Şirket burada 40 bin dönümlük bir ruhsat alanında JES kaynak arama yapmak istiyor. Oysa 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’na göre, tarım arazisi içerisinde yer alan yöre, aynı zamanda “Türkiye Turizm Stratejisi”ne göre sağlık ve jeotermal turizm gelişim alanı ve zeytin koridoru olarak da biliniyor.
Zeytin koridoru denince aklımıza geldi, meraklıları hatırlar. Meclis’teki torba yasaya yine çaktırmadan ve aceleyle ‘zeytinliklerde maden araması yapılabilir’ maddesi konulmuştu. Son anda iptal edildi.
Bilindiği gibi Zeytin Kanunu gereği zeytinliklere 3 km mesafede enerji ve madencilik projeleri yapılamıyor.
Zeytin Kanunu’nun değişmesinde ısrarlı olan gizli bir el var! Zeytinlikleri faile meçhule götürmek istiyor.
* Bu yazı 24.12.2022 tarihinde Gazete Pencere’de yayımlanmıştır.
2021 yılında dillendirilen söylemle başlayan, daha sonra bu söylem üzerinden kalıbına uydururcasına bir takım yasal değişimlerle beslenen, sonrasında ise genelgeyle kanunların önüne geçildiği bir süreç içindeyiz.
AYŞEM İŞLEYİŞ OĞUZ | Bu süreç içinde yüzlerce sokak hayvanı öldürüldü, işkence edildi, yasaya aykırı toplatıldı, ıssıza atıldı ve sonuç olarak bir şekilde ortadan kaldırıldı. Bu yetmemiş olacak ki siyasi güçle desteklenen, her gün sosyal medyada, mahallemizde bu destekle şiddetlenen kanunsuzluk, İzmir’de bir aileden üç kişinin öldürülmesiyle en üst seviyeye ulaştı.
Toplumsal şiddet o kadar çok körüklendi ki, eline silahı alan sokaklarda ‘adalet’ dağıtmaya, hayvan öldürmeye başladı. Nefret dolu sosyal medya hesapları pervasızca konuşmaya devam etti, halen bu çevreler aleni bir şekilde hız kesmeden nefret söylemlerini yaymaya devam ediyor.
Sokak hayvanları üzerinden başlatılan bu Ortaçağ zihniyeti ile varılmak istenen tek bir amaç olabilir; o da bu ülkenin toplum yapısını bozarak kaos yaratmak, sağlıklı düşüncelerden uzaklaşmak, korku içinde sağlam kararlar verilmemesini sağlamaktır.
Eğer bu yaşananlar söylediğimiz gibi olmasaydı; tarafsızlığını kaybetmiş bir hukukla karşı karşıya kalmaz, hak, hukuk, adalet için veryansın etmezdik… Devlet gereken gücü gösterir, hak edene hakkını adil bir hukukla vererek adaleti teşkil ederdi.
Hangi Ülkede kişilerin Söylemi Kanunların Önünde Değerlendirilir?
Tüm bu yaşatılanların üzerine bir de geçtiğimiz hafta eklenen yeni söylem, bu ülkenin nereye gittiği sorusunu bir kez daha gündeme taşımıştır. Çalışmayan devlet kurumlarının ayıpları ortadayken, her şey kuralına ve kanuna uymuş da sonuç alınamamışçasına tüm fatura yine sokak hayvanlarının canı üzerine yüklenmiştir.
Soruyoruz hangi ülkede kişilerin söylemleri, demeçleri kanunların, yasaların, kuralların önünde değerlendirilir? Cevabı açıktır…
Bugün artık gelinen nokta durup ciddi düşünme ve değerlendirme noktasıdır. Hak ettiğimiz adaleti alamazsak, hak ve hukukumuzu koruyamazsak bu ülkedeki hiçbir canlıyı koruyamayız.
Tüm Canlılarımızla Geleceği Birlikte Var Edeceğiz?
Yasalar kişiye uymaz kişi yasalara uyar. Yasal düzenlemeler bir zümrenin veya topluluğun çıkarına değil toplumun tüm iştiraklerini içine alması gereken düzenlemeler olmalıdır. Yanlış, ters giden ve sonuç alınamayan bir düzenleme, kural, yasa varsa bu ortak akıl, güncel bilimsel adil değerlendirmelerle değiştirilir. Yaptım-söyledim oldu mantığı ile kurumlar yönetilmez.
Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik ve güçler ayrılığı ilkesiyle var olmuş, olmaya da devam edecek bir ülkedir.
Ülkemizin her bir canlısı için insanı, hayvanı, doğası için vicdanları kanatan, adaleti görmezden gelen, yaşam hakkını, yaşatılan kuralsızlıkları değerlendirmeden uygulanmaya çalışılan her düzenlemenin karşısındayız.
Bu ülke hepimizin ve bu ülkenin nereye gideceğine biz karar veririz, vereceğiz çünkü biz halkız. Bizi bölmeye, ayrıştırmaya çalışmak asla sonuç vermeyecektir.
Gelecek hepimizin, tüm canlarımızla geleceği birlikte var edeceğiz…
Zülal Kalkandelen: Sokak Köpeklerine Yasa Dışı Operasyon Hazırlığı Yapılıyor
CENGİZ ERDİL | Siz hiç maden ocağına girdiniz mi? Ben girdim. Gürültülü bir asansörle yerin 200, 300 metre altına inersiniz. Duvarları kurşuni bir tünelden geçip, havanın kurşun gibi ağır olduğu kömür alanına ulaşırsınız. “Halkın dertleri nedir ve dostları kimlerdir?” gibi sorularla meşgul bir muhabirseniz, bunu hayatınızda iki üç defa yapmış olabilirsiniz. Maden işçileri için ise rutin iş. Bazen sabah, bazen de gece vardiyasında yeraltına dalıyorlar. Bence; dünyanın en zor işi. Kaderinde veya fıtratında sadece bu var.
Bizde maden insanları, bir facia yaşanınca akla geliyor, medyanın da gündemine… Sonra unutulup gidiyor. Şimdi Bartın Amasra faciası gündemde. Dünyanın en büyük maden faciaları arasında gösterilen “Soma” unutuldu bile…
Manisa Soma’da 301 madenci yeraltından çıkamadı, onların ölümü üzerinden sekiz yıl geçti. 14 Mayıs 2014 günü Soma maden bölgesindeki kömür kokulu havayı yırtan ambulans haykırışlarına karışan cılız bir ses vardı: “Beni bu ambulansa koymayın, kirlenir… üstüm başım kömür” diyen o madenci unutulmaz bir ayrıntıydı.
Soma unutuldu, sonra Ermenek unutuldu, sırada Amasra var.
Soma’yı unutturmamak için hazırlanan iki rapor da unutuldu. İlki Maden Mühendisleri Odası’nın raporu, diğeri ise TBMM Araştırma Komisyonu Raporu. Tarihe bir şekilde kaydı düşen sonuçları bile sayfalarca olan o iki rapora bir bakalım.
Patara’nın Kumları Nereye Gitti?
Aşırı Kar Hırsı
Her iki raporda da Soma’daki kazanın başlıca nedeni olarak kar hırsı gösterildi. Facianın yaşandığı ocakta 2009 yılında 230 bin ton olan üretim, bir yılda 10 katına çıkarıldı. 2012 yılında üretim iki milyon 800 bin tona yükselmişti. İşçi sayısındaki artış da kaza riskini yükseltti. Yoğun üretim maden sahasının fiziksel dengesini bozdu, madende tehlike “rutin” hale gelmişti.
Maden Mühendisleri Odası’nın raporunda büyük maden kazalarının tümünün taşeron veya rödovans uygulamasının olduğu ocaklarda yaşandığına dikkat çekildi. 1992 yılında Zonguldak Kozlu maden ocağında 263 kişinin yaşamını yitirdiği facianın ardından tüm facialar kamu dışındaki madenlerde gerçekleşmişti.
Denetleme Parası Da Patrondan
Soma’daki ocakta denetim sorunu vardı. Raporda, teknik nezaretçi ve iş güvenliği uzmanlarının denetim elemanı olarak tanımlanmalarına rağmen, ücretlerini denetledikleri işverenden aldıkları vurgulandı. Böyle olunca personelin denetim yetkisini kullanmakta güçlük çektiği ortaya çıktı. Böylece Soma maden ocağı düzenli olarak denetlenmesine rağmen sorunsuz olarak nitelendirildi.
Maden Bitince Sorun Bitmiyor: ‘Giresun Kirlendi, Sırada Balıkesir Var’
Uygun Maske Yoktu
Madende kişisel donanım yetersizdi. Metan gazına karşı karbonmonoksit maskesi taşıma zorunlu ama sayıları yeterli değildi. Maskelerde uygun filtre sistemi de yoktu. Ölüm oranını çok olmasının bir nedeni de buydu.
Meclis Araştırma Komisyonu’nun 283 sayfalık raporunda da şu saptama ilginç…
“Soma faciası Türkiye Cumhuriyeti tarihinin karşılaştığı en büyük, meydan okuyan bir felakettir. Vakit geçirilmeden bilimsel çalışmalara başlanmalıdır. Soma’da yaşanan facianın tekrarlanmamasının tek koşulu; madencilik bilim ve teknolojisine uygun çalışmaktır.”
* Bu yazı 21.10.2022 tarihinde Gazete Pencere’de yayımlanmıştır.
Politika
Helalleşme Sürüyor: Kılıçdaroğlu Açtığı Yoldan Yürümeye Devam Ediyor
2 yıl önce
-
16 Ekim 2022By
Deniz KılıçCumhuriyetimizin ilk yüz yılında en çok tartışılan siyasi konuların başında gelen “başörtüsü” konusu, Cumhuriyet’in ikinci yüz yılına adım atmaya hazırlandığımız bu dönemde yeniden gündem oldu. Bu sefer konuyu gündeme CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu taşıdı.
DENİZ KILIÇ | Son kurultayında kabul edilen “İkinci Yüz Yıla Çağrı Beyannamesi” ile CHP, Cumhuriyet’in ikinci yüz yılına yaklaştığımız bu dönemde Türkiye’nin 5 temel sorununa karşı 13 çözüm önerisi sunuyordu. Aslında CHP, Cumhuriyetin ilk yüz yılında yaşanan sorunları ikinci yüz yılına taşımama kararlılığı sergiliyor. Dolayısıyla burada siyaseten tutarlılık olduğunu, Kılıçdaroğlu’nun son iki yıldaki politikasını takip edenler biliyor.
Kılıçdaroğlu’nun “Helalleşme” başlığı altında attığı adımlar bugüne kadar CHP tarafından konuşulmayan hatta yaklaşılmayan konulardı. Başörtüsü konusu da bu helalleşme programının kapsamında değerlendirmek gerekiyor.
Başörtüsü teklifiyle, CHP iktidarında muhafazakar kesimin endişelenmemesi gerektiğini gösterilmek istendi. Üstelik bunu yaparken de siyasi bir vaatte bulunulmadı. Bir siyasetçi olarak çözüme kavuşturulması için samimi bir adım atıldı. Ana muhalefet partisi olarak konunun yasal güvenceye alınması ve bir daha siyasetin gündeminde olmaması gerektiğini vurguladı.
Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü çıkışı tabi bazı kesimler tarafından da eleştirildi. Bu eleştirilerin de mutlaka dikkate alınması gerekiyor. Ancak şu da bir gerçektir ki, teklif muhafazakar kesimlerce de destek gördü.
Yürüyüş: Kılıçdaroğlu Ne Söyledi, Ne Yaptı ve Şimdi Ne Yapmak İstiyor?
Kılıçdaroğlu Parti Örgütünün Desteğiyle Yürüyor
Konuyu CHP’liler açısından ele almak gerekirse; 23 Eylül’de CHP’nin TBMM grubunun İzmir Seferihisar’da gerçekleşen yeni yasama yılı toplantısı öncesinde konuşan Kemal Kılıçdaroğlu: “Bazen çok fazla bir şey söylemeye gerek yok. Sokaktaki vatandaşımız da biliyor. Ezen sisteme beraber direnmek zorundayız ki bizden sonra geleceklere güzel bir Türkiye bırakabilelim. Biz cesaretle çalışmaya devam edeceğiz. Bu tabloyu değiştirmek zorundayız. Sürekli yürümeye ilerlemeye kararlıyım. Hiçbir şey inandığım yoldan geri çeviremez. Bu ülkeyi seven insanların umutları ve duaları her yerde bizimle birlikte yürüyor.” ifadelerini kullandı.
Aynı konuşmasının devamında Kılıçdaroğlu şu şekilde devam etti; “Özgürlük, doğruluk, adalete susamış halka kurtuluşu beraber getireceğiz ama şunu da artık bilme zorundayım. Gerçekten benimle birlikte misiniz? Bazılarınızın sesi çıkmıyor. Bazılarınızın da isteyerek ya da istemeyerek zarar verdiğini de görüyorum. Ama artık karar verin. Beraber yenecek miyiz, yenmeyecek miyiz? Benimleyseniz benimle olduğunuzu da artık hissetmek istiyorum. Sırtımı size yaslayacağımı bilmek istiyorum.” diyerek partili milletvekillerine çok net bir soru sordu.
Kılıçdaroğlu’nun bu konuşmasında “Kararlı ve cesaretli bir yol açtım ve sonucu ne olursa olsun, bu yolda yürümek istiyorum ancak bu yolda ben yürürken de siz de benimle misiniz?” demek istedi. Buradan bunu anlayabiliyoruz. Salondaki CHP’li vekiller de bunu böyle anladılar ki Kılıçdaroğlu’nu ayakta alkışlayarak “seninleyiz, yanınızdayız” diyerek destek verdi. Bu konuşmanın akabinde başta CHP’liler olmak üzere sosyal medyadan Kılıçdaroğlu’na destek mesajları yayınlandı. ‘Yanındayız Kılıçdaroğlu’ etiketi Twitter’da gündem oldu.
CHP’nin İktidar Manifestosu: İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi
Sorunları Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılına Taşımama Kararlılığı
Özetlemek gerekirse uzun yıllardır iktidar hasreti çeken CHP’liler, liderine açıkça destek verdi. Bu destek sonrasında Kılıçdaroğlu ‘başörtüsü’ konusunu gündeme taşıdı. Yani partisinin de desteğini arakasına alan Kılıçdaroğlu, bundan sonraki süreçte hangi konuyu gündeme taşırsa taşısın parti örgütünün desteğinin yanında olduğunu bilerek davranacaktır.
Kılıçdaroğlu’nun bu çağrısı, CHP tarihinde olduğu gibi Türkiye siyasi tarihi açısından da önemli bir çağrı olarak kayıtlara geçti. Toplumu kucaklamak isteyen, bugüne kadar konuşulmamış hatta konuşulmaya cesaret dahi edilemeyen konuları dile getiren, CHP’yi ve Türkiye’yi Cumhuriyet’in ikinci yüz yılına sorunsuz bir şekilde ulaştırmayı hedefine koyan Kılıçdaroğlu açtığı yolda kararlılıkla yürüyor. Sonuçlarını zaman hepimize gösterecektir.
Bugün 4 Ekim Dünya Hayvanları Koruma Günü… Belirli günler ve haftalar, hiç düşündünüz mü neden kutlanır? Hatırlanması gerekli konuların unutulmaması, bu konuların yeni uygulamalar ile daha iyi bir duruma getirilmesi, farkındalık oluşturulmasıdır esas amaç…
AYŞEM ÖZLEYİŞ OĞUZ | Yüzyıllardır insan yaban hayvanlarını evcilleştirerek kendi çıkarı için kullanmış, yemek, binek ve örtünme ihtiyacını hayvan bedeni üzerinden sağlamıştır.
Teknolojik gelişmeler, yaşam standartlarının genişlemesi ile bu kullanım alanı daralsada asla son bulmamış, devamlı artan insan nüfusu endüstriyel hayvancılık ve bunun yan kollarıyla yeni kullanım alanları ortaya çıkarmıştır.
Bu demek oluyor ki insan denen varlık duygu ve bilinç dünyası insandan farksız olduğu bilimsel olarak kanıtlanan bir canlıyı halen sömürmeye devam etmektedir. Kendini teknolojik olarak yenileyen insan, teknolojiyi hayvanları daha kolay yok etmek, çoğaltmak için kullanmaya başlamış, sömürü genel anlamda hız kesmeden devam etmiştir. Anlaşılıyor ki hayvanın insana en yakın canlı olduğu gerçekliği gelişme göstermemiş, bakış değişmemiş, onların yaşamları insanın elinde oyuncak olmaya devam etmiştir.
Tüm bu ana başlıklar üzerinden devam ettiğimizde laboratuvarlarda üretilen ırklardan, vücuduna delik açılarak beslenmesi kontrol altına alınan hayvanlara kadar çok geniş bir yelpaze insanların kullanımına sunulmuştur. Peki, buna ne zaman dur denilecek? Dünyada alıp başını gitmiş bu sınırsız çoğalım ve tüketim, küresel ısınmanın en etkili nedeni olurken; insan değişmiyor çünkü insan alışkanlıklarından, aç gözlülüğünden vazgeçmiyor!
Ülkemize dönüp baktığımızda da tablo oldukça kötü… Genel olarak sıraladığımızda; birinci sırada son zamanlarda siyasi olarak da köpürtülen sokak hayvanlarının varlığı yer almakta, diğer alanlar tıpkı dünyadaki karşılıkları gibi hız kesmeden sömürü devam etmektedir.
Ülkemizde iyi yönde bir gelişme olarak tanımlanan ve Avrupa Birliği Uyum Süreci kapsamında hayata geçirilen 5199 sayılı HKK ile ilk adım atılmış, belediyelerin hayvan itlafı için bütçe ayırdığı bir ortamdan, döneminde oldukça kapsamlı düşünülmüş bu yasa ile ciddi bir geçiş sağlanmış ve bu yasa 2004 yılında yürürlüğe girmiştir.
Birçok başlığı içinde barındıran yasayı hayvanların kullanıldığı alanlar üzerinden değerlendirdiğimizde çok eksik kaldığı açıktır ve bunun sonuçlarını da en acı şekilde yaşayarak görmekteyiz.
Hayvanların yaşam haklarında dünyadaki ilk büyük adım Cambrige Bilinç Deklarasyonu, ikinci büyük adım da henüz yeni açıklanan Hayvanların İstismarına ilişkin Montreal Deklarasyonu’dur. Montreal Deklarasyonu aralarında Türkiye’nin de olduğu 39 ülkeden 400’den fazla ahlak ve siyaset felsefesinde uzmanlaşmış akademisyenin, kendi alanlarındaki mevcut bilgilere dayanarak hayvan sömürüsünün adaletsizliğini ilan ettiği bir açıklamadır. Bu iki çok değerli ve önemli açıklama hayvana bakışımızın ne kadar ilkel ve geri kaldığının da bir kanıtıdır.
Ülkemizde hayvanların yaşam hakkı konusunda bir ilerleme kaydedilmiş gibi görünse de bu gerçekte kesinlikle var olmamıştır. En basit açıklamayla yasa uygulanmamış, yasada yeni düzenlemeler yapılarak hayvanların mal değil can üzerinden değerlendirilmesi de hiçbir işe yaramamıştır. Bugün sokak hayvanları sorunu, köpek sorunu diyerek ortalıkta yaygara koparanlar güçler ayrılığı ilkesini alenen çiğnemiş siyasiler ve onların çirkin uzantılarıdır.
Mış gibi yapılarak, bir ileri iki geri yönetim anlayışıyla bizler hiçbir canlının yaşam hakkını koruyamayız. Her konuda olduğu gibi bu konuda da çözüm hukuğun üstünlüğü, uygulamadaki düzen, kurumların etik yapılanması, kontrol mekanizması, yaptırım gücünün varlığıyla mümkündür.
En yakın gelecekte aklın, bilginin ve bilimselliğin üstün geldiği bir düzen içinde sorunların çözümünü sağlayıp gerçekten kutlanacak bir 4 Ekim yaşamak dileğiyle…
Alacakaranlık günlerden geçiyoruz. Hem ülkemiz hem de dünyada durum böyle; her bölümü merak ve heyecanla başlayan, endişeyle sona eren ama her dakikasında tedirginlik hakim olan uzun soluklu bir televizyon dizisinde yaşar gibiyiz. Salgın, deprem, savaş, ekonomik kriz, ekolojik kriz, gıda krizi; kriz, kriz, kriz… Ama bir yandan da her fırsatta her dik duruşta tazelenen umut.
Murat Büyükyılmaz | Türkiye açısından ise 20 yıldır süren dizi herkesi sıktı, kabak tadı verdi, başrol oyuncusu tek adam ve sülalesi dışında herkes artık bitmesi gerektiğinde hemfikir. Yerine neyin gösterime gireceği ise henüz belli değil…
Gittikçe daha da ısınan Türkiye siyasetinde 6’lı masanın ne kadar sağlam olduğu, Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayının içeriden mi dışarıdan mı olacağı, Türkiye’nin üçüncü ittifakı olarak ilan edilen Emek ve Özgürlük ittifakının oy oranının ne ve Cumhurbaşkanı adayının kim olacağı gibi pek çok konu her geçen gün daha da hararetle tartışılıyor.
Elbette uzun süredir beklenen ve artık zirveye ulaşan değişim isteğinin sık sık erkenden yapılması dillendirilen seçimlerin nihayet yaklaşması ile bu başlıkların ilgi çekmesi ve tartışılması normal. Ama sadece bunların tartışılması, işte o bence çok anormal.
Diyelim ki masa sapasağlam, diyelim ki masadan biri aday gösterildi, diyelim ki Emek ve Özgürlük İttifakı da yüzde 15 oy alıyor ve ilk turdan Millet İttifakı’nın adayını destekliyor ve bir cumhurbaşkanı seçiyoruz-seçtik. Herkese hayırlı olsun…
Peki bu Cumhurbaşkanı girişte saydığımız içkin ya da içselleşen yapısal sorunlara ve çelişkilere nasıl müdahale edecek? Yahu tek başına istediğini yapabilme yetkisini teslim edeceğimiz bu insan bu kadar çelişkili ve derinleşmiş sorunları hangi fikirleri yaşama geçirerek çözüme kavuşturacak?
Kazım İsyandır: Hepsinden Önemlisi Bir Devrimciydi
Önce memleketin temel sorunlarını tespit etmek gerekiyor…
Erdoğan’ın istemeye istemeye veda edeceği koltuğu sırtlayıp Çankaya’ya taşıyacak muhtemel isimlerin en önde geleni olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Lideri ve İzmir Milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun 25 Temmuz 2020 tarihinde Partisinin “İktidar Kurultayı”nda kamuoyu ile paylaştığı İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi’nde yer alan Tek Kişilik Saray Hükümeti yönetiminde Türkiye’nin karşı karşıya bırakıldığı 5 temel sorun tarifi, temel sorunlarımız tartışmasına makul bir başlangıç zemini sağlıyor.
– Demokrasi sadece kâğıt üstünde kalmıştır. Yasama, yargı ve medya bir kişinin vesayeti altındadır.
– Ekonomik bağımsızlığımız tehlike altındadır.
– Vatandaştan toplanan vergilerin ve yapılan borçlanmaların büyük bir kısmı içeride ve dışarıda bir avuç çıkarcıya aktarılırken, milletimiz korkunç bir işsizliğe mahkûm edilmektedir.
– Dış politikada, egemen güçlerin taleplerine boyun eğen bir Türkiye profili ortaya çıkmıştır.
– Sürekli değişen eğitim politikalarıyla, Türkiye bilgi çağından koparılmıştır. Çocuklarımız eğitimde adeta denek olarak kullanılmaktadır.
– Etnik kimlik, yaşam tarzı ve inanç eksenli siyasetle toplumsal barışımız derin yara almıştır. “Tek Kişilik Saray Hükümeti”, iktidarını sürdürmek için kamplaşmayı, kutuplaşmayı ve ayrışmayı çözüm olarak sürdürmektedir.
Elbette bu başlıklar genişletilmeye ve derinleştirilmeye muhtaç; fakat sadece isim tartışmasının ötesine geçen bir çözüm paradigmasının başlangıç zeminini oluşturması açısından bile değerli.
Kısacası; gerçek sorunlarımızı masaya yatırıp gerçek çözümler önerecek fikirlerimizi tartışmamız gerekiyor.
Erdoğan’ın ardından Türkiye’nin Cumhurbaşkanının kim olacağını tartışırken aday arayışının 6’lı masanın dışına taşması gerektiğini ifade eden Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş’ın, “Yurttaşı özne kılalım. Aday belirleme sürecinde kadın örgütlerini, gençlik örgütlerini, kitle örgütlerini çağırın ve dinleyin. Aday belirleme süreci 6’lı Masa’nın dışına taşmak zorunda.” önerisi, aday isim arayışının ötesinde; Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılına girerken karşı karşıya bırakıldığımız sorunlara nasıl bir iktidar fikri ile müdahale edeceğimizin, toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla belirlenmesi açısından son derece önemli.
İkinci yüzyılı kiminle açacağımızın ötesinde, hangi sorunlara hangi fikirlerle çözüm bulacağımız en önemli soru olarak ortada duruyor: Cumhuriyetin ikinci yüzyılını hangi fikirlerle inşa edeceğiz?
CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun açtığı İkinci Yüzyıl arayışının gerçek sorunlara gerçek çözümler bulabilmek üzere tüm başlıklarda ve tüm toplumsal kesimlerle sürdürmeye ihtiyacımız var ve bu hatta tartışmaya devam edeceğiz.