Yazarlar
Liyakat Hakkında Yeniden Düşünmek
By
Barış BayramDemokrasi, -isteyerek ya da değil- birlikte yaşayarak etkileşim halinde olan bireylerin kendilerini hep daha fazla gerçekleştirerek mutlu bir yaşam sürme amaçlarına yöneldikleri ve dolayısıyla birlikte yaşama örüntülerini bu amaç uyarınca yine kendilerinin belirleyip geliştirmeye çalıştığı bir sistemler ve ilişkilenmeler ağının kapsayıcılığında düşünüldüğünde “liyakat” fenomeninin işlevsel önemi daha iyi anlaşılabilir, zira birlikte yaşadığımız bireylerin kabiliyetlerinden optimum faydalanabilmemiz en nihayetinde kimin hangi işi hangi statü ve şartlarda yapmaya layık olduğunu anlayıp seçebilmemize yönelik liyakat belirlemelerimizin kalitesine ve böyle daha bilgece kararlar vermemize bağlıdır.
BARIŞ BAYRAM | Bu bağlantıyı ortaya koymak demokrasinin ilerlemesini olanaklı kılmak adına iyi haber diyebileceğimiz bir saptamaydı. Kötü haber ise liyakat hakkında bu bağlamda yeniden ve daha etkili düşünmek zamanımızda pek karşılaşmadığımız ıraksak tarzlarda yüksek düşünsel kabiliyetler gerektiriyor. Maalesef, bir de, “daha kötü haber” var: Günümüzde liyakat savunusu yapıp liyakat anlamındaki egemenliklerine en çok saygı duyulan “liyakatçilerin” büyük çoğunluğu hakiki liyakat, üstün kabiliyet ve etik aslında umurlarında bile olmayan ve hatta bunları fark etme becerisinden bile yoksun insanlar, ki aksi takdirde her kesimde statükoculuğa özgü vasatlıklar hakimiyet kuramazdı. Öyleyse liyakat meselesini bahse konu “sahte/kısmi liyakatçilerin” ellerinden kurtarıp layıkıyla mesele ederek esas almak sadece entelektüel efor değil varoluşsal bir mücadeleyi de karşımıza ivedi bir görev olarak çıkarmakta.
Öncelikle, liyakat kavramının hakiki anlamını karartan yanlış, sorunlu ve hakim anlamlandırmalardan başlamak istiyorum. Kazanılmış statü ve dereceler, kariyer başarısı, iş tecrübesi, üniversite diploması, not ortalaması, akademik ödüller, tamamlanan eğitimler ve bu kurumların statüsü, yayın prestijleri, çeşitli sınav puanları, üretimlerin aldığı atıflar vb. ile bir bireyin liyakat durumunu anlamak ve bu başarılı ya da başarısız sonuçları belli bir liyakat değerlendirmemizde dikkate almak aslında temelden yanıltıcı ve böylece çok çeşitli adaletsizliklere neden olduğu gibi son derece sorunlu motivasyon, kabiliyetsizlik ve yanılgılardan kaynaklandığından çok yönlü olarak ele alınması gereken bir toplumsal bozukluktur görüşündeyim.
Yukarıda saydığım ve son derece yaygın olarak esas alınan sözde “liyakat kriteri” bileşenlerinin elde edilmesi aslında bir bireyin yetenek, zeka, kabiliyet, potansiyel, etkili ve kaliteli çalışmayla adanmışlık, çalışma etiği ve hatta genel etik kabiliyetleriyle gerçekleşmez. Bunlardan ziyade, statücülük, pasif otoriteryenlik, kabilecilik, statükoculuk vb. gibi sorunlu sosyokültürel uyum avantajları sayesinde gerçekleşir, yani aslında söz konusu bireyin kendi etik ve entelektüel kabiliyetsizliklerinden ve özellikle de kaliteli bir düşünsel özerkliği olmayışından dolayı gerçekleşir. Öyle ki örneğin, lisede aslında daha önemsiz olan konulara kurallar gereği daha fazla eğilip ve üniversiteye giriş sınavlarına hazırlanmaya yönelik daha çok soru çözüp yüksek puan alarak böylesine sorunlu bir sistemde yükselmek yerine, ders çalışma zamanını, entelektüel meraklarını, emeğini ve dikkatini çok daha değerli felsefi ve bilimsel kitaplar okumaya ve kültür ürünlerine ayırmaya karar veremeyecek ölçüde düşünsel açıdan kabiliyetsiz ve motivasyon olarak da sorunlu bir belirlenmişliği aşamayan çoğunluktandır. Aynı sorunlu dinamiklerin başarıyı sağlaması, üniversitedeki ders içeriklerine ve hocaların beklentilerine uyumlu çabalardaki (yönelimlerdeki ve hatta “başarılardaki”) benzer yanlışlarda da geçerlidir. Entelektüel otonomisi ve etik maliyet üstlenme motivasyonu yok denecek kadar az olan böyle bir birey tam da bu liyakatsizliğe özgü örüntüleri sayesinde böyle bir sistemde en başarılı birey olmakta ve hem üniversite öncesi eğitim hayatında hem de üniversite öğrenciliği, akademik hayatı ve sonrasındaki ilintili uzmanlık vb. iş kariyerinde yükselip en liyakatlilerden olduğu zannedilebilmektedir. Demek ki söz konusu sistemler -bilinçli ya da değil- sistematik olarak en liyakatlileri (hem de etik uğruna maliyet üstlenebilen azınlıktakileri, örneğin lise yıllarında sistemi doğru analiz edip ona uymaması gerektiğini görerek “soru çözüp sorunlu bir sınav sistemine hazırlanmak yerine” kendini çeşitli faydalı kitaplar okumaya verip kendi entelektüel özerkliğiyle kendi entelektüel özerkliğini daha da geliştirmeye yönelecek ölçüde yüksek kabiliyetteki gençleri vesaire) en düşük notlar, sosyal olumsuzlamalar vb. karşılıklar verip tamamıyla sistemin dışında bırakacak ölçüde statüsüz ve hatta çoğu zaman ekonomik olarak da zor durumda bırakırken (böylece onları liyakatsizmiş gibi görür ve gösterirken) diğer yandan en liyakatsizleri de genç yaşlarından itibaren yaşam boyu en liyakatlilermiş gibi hep daha fazla ödüllendirmeye devam etmektedir. Bu adaletsizlik örüntülerinin yanı sıra, ekonomik avantajlılık, gitgide artan böylesi yanıltıcı başarılardan gelen statülerin sağladığı adaletsiz ek avantajlar, popülerlik/sevilirlik ve “sosyal dışlanmaya/şiddete/strese maruz kalmayış” gibi çok sayıda faktör de bireylerin yükselmesinde ve liyakatli zannedilmesinde oldukça çarpıtıcı etkiler üretmektedir. Bireylerin performanslarını ve kabiliyet göstergelerini olumlu/olumsuz yönlerde etkileyen ve bir bireyin belli bir rekabeti başkalarıyla eşit şartlarda sürdürmesini önleyen başka faktörler de bulunsa da liyakat meselesi açısından temel önemde bulunanları yeterince açımladığımı düşündüğümden, bu noktada liyakat ile ilintili olarak yanlış yorumlanan bazı kritik “çevre” konulara geçmek istiyorum.
Kötülüğün Sıradanlığı Her Kesimde Aynı: Statükoculuk
‘Liyakat Değil Başka Öncelikler Korkunç Bir Adaletsizlik Formunda Belirebilmektedir’
Liyakat meselesini sadece devlet kadrolarında çalışanlar vb. yetkililer bakımından değil toplumun bütünü açısından aynı zeminde ve hatta daha öncelikli bir vurguyla düşünmek ve eleştirmek gerektiği halde, bunun tam tersinin yapılması da yine bireylerin kendilerinin ve kabileci topluluklarının statükolarını sarsmaktan nasıl adaletsiz bir zihniyetle kaçındıklarına manidar bir örnek teşkil etmektedir.
Toplumun sorunlu sosyokültürel örüntülerini edinmiş olup bunlardan geri dönemeyen ve maliyet üstlenemeyen bireyleri tarafından liyakat kavramının anlamının karartılmak istenmesinin altında yatan nedenselliklere dair bir başka kanıt niteliğindeki durum da şu örüntülerde karşımıza çıkar: Mezkur kimseler başarıdan pay alabilecekleri ya da özel bir sevinç duyabilecekleri bir durum söz konusu olmadığında ve özellikle de kendi statülerini sarsabilecek bir olasılık belirdiğinde, yani değerli kabiliyet ya da üretimler onların kendi öğrencilerinden, hocalarından, meslektaşlarından, örgütlerinden, topluluklarından, yakınsadıklarından, sevdiklerinden ya da statü ve güç sahibi birinden olmadığında, özellikle de düşük statülü olup (liyakatsiz görülüp) ancak aslında en/daha liyakatli olan bireylerin kendilerini liyakat, etik, akademik ve entelektüel kabiliyet ve performans bakımından aşmaları ve hatta kendi sorunlu, yanlış ve(ya) vasat kabiliyet ya da üretimlerini kanıtlayacak ölçüde hakiki liyakatlerinin üstünlüğünü sergileyen gerçekleşmeleri “işlerine gelmediğinden” asla takdir etmezler ve bu bireyleri ve çalışmalarını hak ettikleri ölçüde yükselmelerini sağlamak üzere ödüllendirmek için kararlı bir şekilde harekete geçmeleri gerektiği halde yok sayar ve cezalandırıp daha da güçsüz kılmaya çalışırlar. Demek ki devlette de, akademide de ya da sivil toplumun herhangi bir ortamında da liyakat değil başka öncelikler korkunç bir adaletsizlik formunda belirebilmektedir ve maalesef halen her kesimin her statüsünde çok yaygın olan bu belirmelere karşı mücade etmemizin önemini, sanırım, ne kadar vurgulasak az kalır.
Denebilir ki dile getirdiğim faktörler sayesinde en iyi sonuçları alıp en çok yükselenler aslında çoğu kez statükoların sorunlu sistem ve bileşenleriyle uyumlu davranmaya yönelecek ölçüde düşük kabiliyette olan, yani aslında etik uğruna maliyet üstlenemeyen ve görece liyakatsiz olarak değerlendirmemiz gereken bireylerdir. Tam da toplumda en liyakatli zannedilip başkalarının liyakatli olup olmadıklarına dair belirlemelerde en ciddi boyutlarda ve en yanıltıcı etkileri üreten en yüksek statülere sahip (en çok güçlendirilmiş) bireylerdir.
Dahası, böylece liyakatsizliklerin yeniden üretimi sürdüğü ve gitgide pekiştirildiği gibi, adaletsizce yükselen ve sosyoekonomik avantajlar elde eden söz konusu görece liyakatsizler de bu tür avantajlarını gittikçe arttıran bir şanslı döngü içerisine girmektediler.
Kabilecilik: Karanlıkların En Güçlü Kaynağı
Kabiliyet-Temelli ve Statükoculuk-Karşıtı Yaklaşım, Liyakat ve Demokrasi Anlamında Geleceğin Modeli
Demokrasi derken anladığımız ideal şayet sadece politik erkle ilintili bağlamlarda bir yönetim biçiminden ibaret değilse, demokrasiye liyakat ekseninde nasıl olanaklar yaratabilir ve bireysel ya da örgütsel katkılar sunabiliriz?
Düşüncem o ki okullar, üniversiteler ve her tür akademik kuruluş aslında öğrenmenin ve araştırma yapmanın yollarından sadece biri, hatta bazen çok iyi bir yoludur, ancak hiçbir zaman zorunlu gereği, tamamı ya da en üstün olanı olarak görülmemeli. Dolayısıyla, son derece yanıltıcı göstergeler olabilen geçmiş eğitim ve akademik kariyer ve statülerini bireylerin sabit liyakat karşılıkları olarak düşünmek veya buna göre formel veya değil kararlar ya da yaklaşımlar oluşturmak demokrasinin ve sosyal adaletin önündeki en kısıtlayıcı ve gerici engellerden biri olacaktır.
Kısacası, eğitim sistemlerinde de, otorite ve elitler tarafından da bireylerin liyakatlerinin doğru belirlenmesi aslında çoğu kez mümkün bile değildir; yine de onları liyakat meselelerinde temel gösterge ya da kriter bileşenleri olarak görmekten vazgeçmemiz okulları ve üniversiteleri faydalı bir öğrenim ve araştırma yapma yerleri olmaktan çıkaramayacaktır. Tam tersine, yanıltıcı statü ve adaletsiz avantajlar elde etme imkanı önlenirse, bireyler böylece artık sadece öğrenmek ve araştırma yapmak için eğitime, üniversitelere ve akademik süreçlere yönelebilecektir. Bir birey nasıl daha iyi öğrenebiliyorsa ve araştırma yapabiliyorsa öyle yapmalıdır, ister bağımsız olarak kendi başına ister bir üniversitede. Burada önemli olan nokta, liyakatin üretimler ve kabiliyetlere bakılarak değerlendirilmesi ve bunun için de sadece en son ya da halihazırda yeniden gösteril(ebil)en performansa bakılması gerektiğidir. Yüksek ya da düşük eğitim/akademik kariyerine vb. geçmiş başarı ya da başarısızlıklarına vs. statü göstergelerine değil. Daha tanımlayıcı bir şekilde ifade edecek olursam, bir bireyin özellikle de -çok yakın zamanlı ya da değil- performansını etkileyen olumlu/olumsuz şartlar dikkate alınarak çeşitli performanslarında beliren kabiliyetlerinin ve bunların halen performanslarında sürebilme ve hatta gelişebilme olanağı olup olmadığının belirlenmesi onun liyakat anlamında değerlendirilmesinde asıl bileşen olarak görülmelidir. Ancak elbette bu demek değildir ki Harvard Üniversitesi’ne bundan sonra kimse gitmek istememelidir. İsteyenler çıkacaktır, zira hileli bir avantaj için olması bundan böyle önlenebilecek olsa da, sadece Harvard’daki birtakım öğrenme ve araştırma olanakları bazı bireyler için halen hakikaten arzu edilir ve faydalı olabilecektir, dahası söz konusu ortamı deneyimlemek bile başlı başına bir sebep olarak bir bireyi her daim Harvard’da okumak istemeye çekebilir. Diğer yandan, bahsettiğim kabiliyet-temelli ve statükoculuk-karşıtı yaklaşım -başta Batıda olmak üzere- liyakat ve demokrasi anlamında geleceğin modeli olarak şimdiden öne çıkmaktadır. Soru şu: Biz Türkiye olarak söz konusu yaklaşımda ne kadar öncü ve mükemmel bir hayata geçirme içerisinde olabileceğiz? Bunun formel ve resmi bir karar olmaktan ziyade toplumsal bir karar olacağını da konuyla ilgili son bir vurgu olarak hatırlatmalıyım.
Liyakat hakkındaki yanlış ve sorunlu anlamlandırmaların nedenlerine ve ilintili meselelerin hem teorik hem de pratik bakımdan nasıl ele alınması gerektiğine dair daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenlere Avustralya merkezli akademik (interdisipliner ve transdisipliner araştırmaları içeren) bir blog olan i2Insights’ta 6 Nisan 2021’de yayımlanan “Three ways research perpetuates injustices” adlı makalemde açımladığım “unjust appreciation” adlı kuramımı incelemelerini naçizane öneririm.
Zannediyorum, anlam bağlantısı yeterince ortaya çıkmıştır ki, liyakat meselesine bakış açımızı değiştirmek de “Topluluklarda Düzelme ve İlerleme: Bireysel Maliyet Üstlenmeler” başlıklı yazımda ele aldığım gibi maliyet üstlenmeyi gerektirmektedir. Daha doğrusu, genel olarak belirtecek olursak, “Etik ve adalet büyük ölçüde bireylerin statükoya karşı(n) kendi başına maliyet üstlenmeleri sayesinde gerçekleşir.” dersek abartmış olmayız.
‘Maliyet Üstlenmek Hiç De Öyle Fedakarlık Benzeri Bir Davranış Değildir’
Çok kısa bir özetle; etik uğruna bireysel maliyet üstlenmelerin, en çok da, geçmişteki kendi yanlışlarımızı kabul ettiğimiz zaman bunların olumsuz sonuçlarını düzeltmek için telafi vb. maliyetler üstlenmemizin gerekmesi (a), statükocu statükoların yanlışlarımızı sürdürmek istememiz ve bunların yanlış olduğunu bulabilecek düşünme süreçlerine yönelmememiz yönünde bizi zorlaması ve hatta ödüllendirmesi karşısında böylesi zorlamalara karşı koymak ve bu gibi ödüllerden vazgeçmek şeklinde maliyetler üstlenmemizin gerekmesi (b) ve ayrıca, hukuk, ekonomi ve eğitim sistemlerinin düzelmesinin de bireysel maliyet üstlenmelerin düzeltebileceği pek çok temel adalet meselesine müdahale etme olanağı olmadığı gibi hukuk, ekonomi ve eğitim sistemlerinin kendilerinin düzelip ilerlemesinin de en çok yine başkalarının entelektüel vb. değerini adil bir şekilde bilme vb. maliyetler üstlenmemizi gerektirmesi (c) örüntülerinde belirdiğini anlatmıştım.
Dolayısıyla, maliyet üstlenmeler etiğin ve adaletin makro yapılar dışında kalan içerimleri için elzem olduğu kadar, liyakat meselesi ve demokrasi bağlantısı üzerinden de anlaşılabileceği üzere, aslında eğitim, ekonomi ve hukuk gibi makro sistem ve yapıları düzeltmemiz ve ilerici dönüşümler gerçekleştirmelerini sağlayabilmemiz ve hatta üretilen sistemlerin çürümeden ve sürdürülebilir tarzda işletilebilmeleri için de en temel faktörü sağlar. Buna paralel olarak, liyakatin etik kabiliyetleri de kapsadığı ölçüde daha kaliteli ve güvenilir bir liyakatlilik anlamına geldiğini ifade etmeme bile artık gerek kalmamıştır düşüncesindeyim. Öyleyse, maliyet üstlenmek hiç de öyle fedakarlık benzeri bir davranış değildir, hem de başka kimsecikler maliyet üstlenmediği durumlarda tek başımıza öncü olarak maliyet üstlendiğimizde bile. Zira maliyet üstlenmek etik, adalet ve ilerlemenin zorunlu bir gereği olarak hakiki değişimlere ait bir yatırım örüntüsü olmasıyla bireyleşmenin ve özerk bir varoluşun kaçınılmazlığına özgüdür. Örneğin, ifade özgürlüğümüzü haksız yere (devletin işlediği bir suç ortaya çıkmasına diye) kısıtlamak isteyen bir politik erk ve otoriteleri karşısında yurttaşlar olarak itaat eden bir yanıt içerisinde kalırsak aslında kendi sosyal ve bireysel “ifade özgürlüğümüzden” ve ilintili haklarımızdan fedakarlıkta bulunmuş oluruz ki bu seçim bence (açımladığım ayrım temelinde) kabul edilemez bir yanlıştır. Fedakarlıktan tamamen farklı olarak, maliyet üstlenmek ise, bireylerin kendi “ifade özgürlüklerini” korumak ve hatta geliştirmek amacıyla yapacakları şeylerden doğabilecek ve kendilerine çıkarılabilecek olası (ve bazen kesin) maliyetlere rağmen söz konusu şeyleri etik uğruna yapmayı seçmeleridir. Etik uğruna maliyet üstlenmek bazen devleti, bazen toplumu, bazen yakınsadığın toplulukları, bazen sevgili veya arkadaşını ve bazen de (hatta çoğunlukla) kendi geçmişini eleştirel bir tarzda karşına almayı gerektirebilir. Ancak her nasıl olursa olsun, bireyin kendi varoluşu tarafından “buna değer” olarak alımlanan özerk bir seçimle.
Eğer demokrasi, sivil toplum, iş birliği, uygarlık, ilerleme, dayanışma, hakikat, bilim ve sosyal adalet umurumuzdaysa, kabileciliklere ve statükoculuklara ters düştüklerinden en değerli çalışmaların ve en liyakatli bireylerin layıkıyla değerlendirilmeyip (ve ödüllendirilip daha da etkin kılınmaları gerekirken cezalandırılıp) onların üstün kabiliyet ve üretimleri yok sayılarak faydalanılmadığından gitgide kabiliyetsizleşen, kolektif olarak aptallaşan ve adaletsizliğe doğru gerileyen kabileci ve statükocu topluluklar böylesi kabileci ve statükocu yanlışlarıyla kolektif zekamızın gelişmesini önlerken bireysel olarak maliyet üstlenip söz konusu harcanan bireyleri, kabiliyetlerini ve çalışmalarını değerbilirlikle destekleyerek yeniden topluma en etkili şekilde kazandırmamız gerekir. Kolektif zekanın gelişmesinin en büyük düşmanı olan kabilecilik vb. statükoculuklardan kurtulmalıyız ki bu sayede liyakatler daha ileri seviyelerde ve çok daha fazla sağlamlıkla yayılsın, öyle ki kendini aşma kabiliyeti çok daha kaliteli olan topluluklar ve etik sosyokültürel örüntüler ortaya çıkabilsin.
Yanlış Toplumda Doğru Politikacı Yükselemez
‘Geçmiş Mümkün Mertebe Düzeltilmeden, Daha Adil ve Yaşanası Bir Gelecek Olmaz’
Peki, kabileci toplulukların ve sorunlu statükoların yıllardır gitgide daha çok yaralayıp sakatladığı nastatükocu/nakabileci (öyle ki etik uğruna çok ciddi maliyetler üstlenebilmiş olan yüksek kabiliyetli) özerk bireyleri böyle sakat ve yaralı olarak terk edilmiş hallerine mi bırakacağız? Yoksa onları iyileştirip kendilerine teşekkür ederek biz de onlarla beraber daha hakiki ve etkili bir demokrasi ortaklaşmasında mı yaşayacağız?
Geçmiş mümkün mertebe düzeltilmediği ölçüde daha adil ve yaşanası bir gelecek olmaz. Çünkü o zaman, insanlar hiç değilse içlerinden hep şu soruyu sorarlar: Madem liyakat ve adalet umurunuzda, öyleyse neden en çok ihtiyacınız olan ve takdir etmeniz gereken bireylere en aşırı adaletsizlikleri yapıyorsunuz? Etik uğruna örnek gösterilesi benzersiz mücadeleleri sırasında maruz kaldıkları kötülük ve yıkımın çaresizliğinde yok olmaya onları neden terk ettiniz? En çok savunduğunuzu söylediğiniz ilke ve değerler söz konusuyken onları adaletsizce yalnız bıraktıysanız, ilintili başka meselelere yaklaşımınız nasıl güvenilir olabilir ki… Böyle bir geleceğe (müştereğe) kimse inanmaz.
İlginizi çekebilir
-
Cumhuriyetin İkinci Yüzyılını Hangi Fikirlerle İnşa Edeceğiz?
-
Hayvan Hakları Savunucularının ‘Hayvan Deneyi’ Zaferi
-
Demokrasiye Sahip Çıkmak, Cumhuriyet’e Sahip Çıkmakla Başlar
-
Erdem Sinyallemelerin Çölünde Kaybolmamak İçin Hakiki Değerbilirlik
-
Topluluklarda Düzelme ve İlerleme: Bireysel Maliyet Üstlenmeler
-
Kötülüğün Sıradanlığı Her Kesimde Aynı: Statükoculuk
Ekoloji
Kuraklık Trakya’yı Sarıyor: Susuzluk Riski Giderek Artıyor
2 yıl önce
-
12 Mart 2023By
Deniz KılıçTrakya bölgesindeki çiftçiler, kuraklık kaynaklı büyük bir üretim sıkıntısı içerisine girdi. Bazı köylerde yağmur dualarına başlandı.
DENİZ KILIÇ | Küresel ısınma ve iklim krizi her geçen gün biraz daha hissediliyor. Mevsim normallerinin üzerinde devam eden hava sıcaklığı geleceğe endişeyle bakmamızı sağlıyor. Her yıl bir önceki yılın aynı ayına göre hissedilebilir hava sıcaklığının artış gösterdiği verilere yansıyor. Meteoroloji Genel Müdürlüğü verilerine göre uzun yıllar Ocak ayı ortalama sıcaklığı 2.9 santigrat olup 2023 Ocak ayı sıcaklığı da 5.3 santigrat olarak gerçekleşmiştir. Yağışlı gün sayısının düşmesi ve oluşan kuraklık en çok da çiftçileri etkiliyor.
Trakya bölgesinde çiftçilerle yapmış olduğum görüşme neticesinde, çiftçiler kuraklıktan kaynaklı olarak büyük bir üretim sıkıntısı içerisinde. Bu yıl bazı kanola üreticilerinin yağış yetersizliğinden dolayı ektikleri kanolayı bozarak, ayçiçeği ekim alanı olarak hazırladığını biliyoruz. Buğday ekim alanlarına atılan gübrenin yağışların gerçekleşmemesinden dolayı erimediğini ve toprağa karışmamasından dolayı buğday hububatı açısından sorun olabileceği yine bölge çiftçisinin gündeminde olan başka bir konu.
Yağmurun yağmaması halinde bu yıl buğdayda rekolte sıkıntısı ile karşı karşıya kalabiliriz. Ülkemizin en çok ayçiçeği üreten bölgesi Trakya’da çiftçiler bu yıl yağışların yetersizliğinden kaynaklı olarak ayçiçeği ekim alanlarını henüz hazır hale getiremediklerini dile getiriyor. Göl ve göletlerden çekilen sular, yeraltı kaynaklarında azalan su miktarı gelecek açısından uyarı veriyor.
ÖZEL HABER | Türkiye’de Kuraklık Her Yeri Sardı: Peki, Çare Ata Tohumları Mı?
Trakya’da Susuzluk Sorunu Ortaya Çıkabilir
Küresel ısınma ve iklim krizinin doğurduğu sonuçlar, Trakya çiftçisini birçok bölgeden daha fazla endişelendiriyor. Fakat iklim krizi deyip, insan faktörünü gözardı etmemeliyiz. İnsan eliyle su kaynaklarının yok olmasına yol açan uygulamalar, bir an önce kamu eliyle engellenmelidir. Gerekli tedbirler alınmadığı takdirde, Trakya genelinde yakın gelecekte içme suyunda ve tarımsal sulamada ciddi sorunlarla karşılaşabiliriz. Kurak bir kış mevsimini yaşayan çiftçilerin çareyi yağmur duasında aradıklarını da belirtelim. Pek çok köyde yağmur duaları yapılmaya başlandı.
Öte yandan Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün Aylık Sıcaklık Analizine göre, geçtiğimiz ocak ayında Türkiye genelinde beş istasyonda ölçülen hava sıcaklığının ekstrem düzeyde olduğunu görüyoruz. Bu beş istasyondan ikisi Trakya bölgesinde yer alan Kırklareli ili ve Lüleburgaz ilçesi. Diğer üç istasyon ise Erzurum, Kars ve Bingöl illeri olarak verilere yansımış durumda.
🎙️ Kandilli Rasathanesi Meteoroloji Laboratuvarı Başkanı Adil Tek: “Marmara, Ege, Batı Karadeniz ve İç Anadolu’nun batısında kuraklık olağanüstü halde. #Kuraklık analizlerine göre, önümüzdeki yıllarda bugün yaşadığımız kuraklıkların daha da artacağını öngörüyoruz.” pic.twitter.com/0VaxZdHIfn
— K2 TV (@k2haber) January 28, 2023
Son yıllarda bir kavram var, Alan Yönetimi… Çekül Vakfı’nın tespitine göre, UNESCO Miras Alanları ile ilgili bir durum bu. Arkeolojik, kentsel ve doğal sit alanlarının güya korunmasıyla ilgili… Buraları bakanlıklara bağlı kuruluşlar, mesela Milli Parklar Müdürlüğü, müzeler veya yerel yönetimler koruyamıyor, ayrıca yönetimde bir sorun ortaya çıkıyor, yetki karmaşası yaşanıyor. Yeni icat edilen ‘Alan Yönetimi’ kurtarıcı olarak devreye girsin isteniyor.
CENGİZ ERDİL | Çekül Vakfı soruyor; “Gerçekten ‘Alan Yönetimi’ kavramı her derde deva bir formül mü? Bürokratik, zorunluluktan doğan bir yasal süreç mi? Bir örgütlenme modeli, güçlü bir yeni otorite mi? Yoksa klasik temsili demokrasinin tıkandığı alanlarda, özellikle mirasın korunmasında yeni bir yönetim denemesi mi?”
Hiçbiri değil…
Ülkemizde Alan Yönetimi, bu alanların yapılaşmaya açılmasından başka bir şey değil.
Alan Yönetim Başkanlığı’nın oluşturulduğu Kapadokya ve Çanakkale Gelibolu Milli Parkı’nda ciddi sorunlar var. Kapadokya’da peri bacalarının yakınından yol geçiriliyor, Gelibolu Yarımadası’nda köylülerin yüz yıllık bağ ve bahçelerinde tarım yapmalarına engel çıkarılıyor.
Zeytinlikleri Faili Meçhule Götürmek İstiyorlar
Şimdi Sırada Uludağ Var
AKP Bursa Milletvekillerinin imzası bulunan 13 maddelik Uludağ Alanı Hakkında Kanun Teklifi’, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’ndan geçti. Teklif, Bursa’daki Uludağ Milli Parkı’nın korunmasının sağlanması amacıyla ‘Uludağ Alan Başkanlığı’ kurulmasını öngörüyor.
İYİ Parti Grup Başkanı ve Bursa Milletvekili İsmail Tatlıoğlu, ‘Alan Başkanlığı’ yapılmak istenen bölgenin çok kıymetli olduğunu belirtmiş ve şöyle demiş; “Uludağ’ın Alan Başkanlığı kapsamına alınmasını gerektirecek neden yok. Burası belediye ile düzgün bir şekilde imar planının uygulanabileceği bir yer. Ama burası, ayrılarak tam anlamıyla kullanılabilecek bir alan. İstismara çok açık bir şey. Dolayısıyla burada biraz aceleleri var.”
Burayı önemli kayak merkezi olarak biliyoruz ama kayak alanı Uludağ’ın devede kulak bir parçası. Türkiye’nin en büyük milli parkları arasında yer alan Uludağ Milli Parkı alanının yüzde 84’ü Mutlak Koruma Alanı içerisinde bulunuyor. Bilimsel araştırmalar dışında hiçbir faaliyete izin verilmeyen, insan etkisinin yasaklandığı alandan söz ediyoruz.
Düzenlemede turizm amaçlı gerçekleştirilecek tahsis süreci ve yatırımlar yapılması maddesi dikkat çekici.
Uzmanlar bu düzenlemeyle Uludağ’da yapılaşmanın artacağını, zaten betona gömülen Bursa’da dağ eteklerinde orman varlığının yok olacağını savunuyor.
Uludağ’da milli park 13 bin hektar genişliğinde. Uludağ aynı zamanda önemli bir uluslararası kuş konaklama alanlarından. Sayıları gittikçe azalan sakallı akbaba ve kaya kartalının yuvası olan yöre, paçalı baykuşun ilk görüntülendiği yer… Ayrıca apollo kelebeğinin ender yaşadığı bölgelerden.
Bursa’nın temiz havası, suyu olan Uludağ’ı anlatırken ünlü seyyah Evliya Çelebi’yi anmadan olmaz. 400 yıl önce Uludağ’ı şöyle anlatmış: “Bir kayadan gayet soğuk bir Ab-ı hayat fışkırır ki, insan içinden bir taş çıkaramaz. Buz gibidir. Burada küçük büyük göller vardır. Bu göllerde birer ikişer okkalık alabalıklar yetişir. Buralarda ki su birikintilerinde haliçlerde kışın su donar. İstanbul tarafından iki-üç yüz neferiyle karcıbaşı gelerek bu göllerden buz keser. Her parçası sanki billur ve neceftir. Elmas parçası gibi parıltısı insanını gözünü kamaştırır. Mudanya iskelesinden kar gemilerine yüklenir ve İstanbul’a padişahın mutfağına, helvahanesine, has haremine ulaştırılır.”
Hürriyet köyü ve köylülerinin hikayesi uzun ama kısaca bahsetmek lazım. Bu ülke tarımı Balkan göçmenlerine çok borçludur. Gerek Balkan Savaşları’ndan sonra, gerekse 40’lı yıllardan sonra gelen Evlad-ı Fatihan’lar (atalar onlara öyle der) özellikle Marmara ve Ege Bölgelerinde tarım ve hayvancılıkta önemli işler yaptılar, bazı tarım tekniklerini onlar öğretti, ortak meralar kurdular, kooperatiflerin kurulmasına öncülük ettiler. Kurucu önderin de Selanik doğumlu olduğunu unutmayalım.
CENGİZ ERDİL | Burada yazılan bir Balkan göçmeni köyünün başına gelendir. İşin içinde devletin en üstü dahil olunca, konu medyamızda da nihayet haber oldu.
Olay şu; Bursa’nın Karacabey İlçesi Hürriyet köylülerinin geçmiş yıllarda kendi istekleriyle meraya çevirdikleri tapulu arazilerine belediye el koyar, köylülerin hak isteme mücadelesi de böyle başlar.
201 hane oluşturan göçmenler 1951 yılında Karacabey’de Haydar Ağa Çiftliği’ni Kemal Çayıroğlu’ndan satın alır ve 12 bin dönüm araziyi aralarında eşit paylaşırlar. Çevre köyler mera ve otlaklarını kullandırmayınca, arazilerinden 6 bin dönümü hayvan otlatmak için otlakiye, kavak dikmek için kavaklık, odun kesmek için baltalık ayırıyorlar. Cami, okul, öğretmen lojmanı, mezarlık yeri de bırakıyorlar.
Gel zaman git zaman arazi kıymetleniyor, tarımı beyinlerinden silen betoncuların iştahını kabartıyor. Araziye Karacabey Belediyesi el koyuyor. İşin bürokrasi merdivenlerinde tırmandırılması ve mahkeme safhası uzun, sonuçta el koyma operasyonu oldu bitti ile gerçekleşiyor.
Zeytinlikleri Faili Meçhule Götürmek İstiyorlar
Burası Çok Önemli! Belediye ve Bakanlığın Birbirinden Habersiz Davranma Rolü
İyi polis, kötü polis senaryosu gibi bir şey bu. Karacabey’de olanları en üsttekiler bilmiyor, alttakiler de görmezden geliyorlar.
Şöyle anlatalım; Tarım ve Orman Bakanlığı’nın bir projesi var. Tarım alanlarının korunması ve hatta tarıma arazi kazandırılmasını amaçlayan bir proje bu. Mesela Bakanlığın konuyla ilgili açıklamasından bir bölüm şöyle; “Tarıma uygun olmayan alanlarda uygun üretim teknikleriyle bitkisel üretimin artırılması amacıyla ülke genelinde projeler başlatıldı. Bu projelerle ilave 2,4 milyon dekar alanda ekiliş yapılması planlandı.”
Şimdi aynı partinin Bakanlığı başka, yerel yönetimi bambaşka düşünüyor. Biri AK derken, diğeri KARA diyor. Biri tarımdan diğeri betondan yana… Oysa, Karacabey Belediyesi bereketli arazilerde örnek bir çiftlik kurulması için öncülük etseydi, daha çok insan mutlu ederdi.
Hukuk mücadelesi veren Hürriyet köylüleri şu sorunun yanıtını arıyorlar; “Bu taşınmazların öngörülemez bir şekilde Karacabey Belediyesi’ne geçmesi neticesinde Belediye’nin iş bu taşınmazları hiçbir kamu yararı gözetmeden satıyor olmasında, kamu zararı mevcut mudur?”
Arazileri kurtarmak isteyen köylüler nihayet devletin zirvesine ulaştıklarında, sorunlarını anlattılar. Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Kim bu Belediye?” diye sordu.
Yanındaki milletvekilleri cılız ve biraz da korkarak, “Bizim belediye efendim” dediler.
Sonra herkes sustu…
Ülkemizin gündelik tarihinde yılbaşı zam fırtınasını işaret eder. Yılbaşına birkaç gün kala veya yılın ilk haftası zam fırtınasının zamanıdır. Hiçbir yere kaçamazsın, gelir seni bulur.
CENGİZ ERDİL | Yiyeceğinden içeceğinden sonra sanki bir kuralmış gibi vergiler ve harçlar da artar. Tebliğler (neden bildirim denmez acaba!) ardı ardına gelir. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın değişik tebliğleri var. Resmi Gazete’ye bakmakta her zaman yarar vardır, şu dikkatimi çekti.
Katma Değer Vergisi Genel Uygulama Tebliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ… (şunu demek istiyor, bir tebliğimiz vardı, onu değiştirdik, tebliği kaldıran tebliği, tebliğ ettik!) İşte devletin tam resmi yayın organı sayılan gazetede yayınlanan tebliğlerden biri de çevreyi kirletenlere kesilen cezalarla ilgili.
Bu cezalar da acayip arttı. Bizde kağıt üzerinde her şey iyidir, sorun uygulamada. Doğaya tehlikeli atık atan, yurtdışından atık taşıyan, imar planlarını bozanlara hapis cezası bile var.
Cezalar arttı da, “Denetleyecek eleman sayısı nedir?” diye de sorarsanız, bakanlıkların ve belediyelerin denetim ekiplerinin sayıca yetersiz olduğu gerçeğiyle karşılaşırsınız. Geçen yılın ilk dokuz ayında yapılan denetimlerde, 385 milyon 800 bin 737 lira idari para cezası kesilmiş. Denetlenen işletme sayısı 4 bin dolayında.
Zeytinlikleri Faili Meçhule Götürmek İstiyorlar
Bu Yıl Çevre Cezaları Yüzde 122 Arttı
Bu cezalardan önce halkı yakından ilgili olanlarına bakalım; konutunda gürültü yaptın cezası 4.830 lira, gürültüyü otomobilinle çıkardın 14.613 lira… Sokağa çöp attın cezası 3.036 lira…
Köylerde ise anız yakmanın cezası dönüm başına 244 lira, eğer anız orman yakınında yakılırsa cezası dönüm başına 1.220 lira… Şimdi gelelim büyüklere…
Marmara ve Boğazlar Bölgesi en hassas alan seçilmiş. Bu bölgeyi kirleten tesis ve gemilere verilecek cezalar misliyle arttı. İlk ceza 1.466.072 lira… Yani Marmara’yı kirleten bir buçuk milyon liraya yakın ceza ödeyecek. Gemilere verilen cezalar tamam ama ülke sanayinin can damarı bölgede Marmara yıllardır adeta çöp kutusu olarak kullanılıyor.
Trakya’da Ergene, Bursa’da Nilüfer Çayı çevresindeki tesislere defalarca ceza kesildi. Hala önlem almadan çalışmaya devam ediyorlar.
Arıtma tesisi kurmayanlara verilecek ceza 733.363 lira. Peki adam kurmadı, cezayı verince kurtulacak mı? En azından kapısı uzun bir süre çalınmayacak. Yasalarda bazı boşluklardan yararlanıp, tesis çalışmaya devam edecek.
Hava kirliğine yol açan tesislere 73 bin liradan 586 bin liraya kadar cezalar var.
O zaman gaz arıtma bacası olmayan termik santrallerin başı dertte demektir. Hayır hiç de öyle değil, zehir saçmaya devam ediyorlar.
Taş ocaklarının toprak, orman ve su dengesini bozmada üstlerine yok. Hala ruhsat veriliyor. Ruhsat alamayan da kaçak çalışmanın yolunu buluyor.
Sokağa çöp dökenleri artık kentliler ayıplamasını biliyor. Burada sorun çok az. Asıl tehlike denizleri, toprağı bitirenler… Ceza ise paradan değil, onlarını yolunun kesilmesinden geçiyor… Çok şey istemiyoruz, modern bir işletme nasıl oluyorsa, öylesini arzu ediyoruz.
“Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” demiş ya atalarımız Kuzey Ege’nin başına gelen odur. Bir bölgeyi turizm alanı ilan edip sonra maden aramalarına, santral inşaatlarına açmak saçmalığı olsa olsa bizde olur herhalde…
CENGİZ ERDİL | Aydın’ın ovalarında tarımı tehdit eden jeotermal santraller Kuzey Ege’nin de başını belaya sokacak. Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı Büyükhusun köyünde bir süre önce JES inşaatıyla ilgili proje mahkeme kararıyla iptal edilmişti. Ancak şirket yeni bir ÇED raporu hazırlayarak çalışmalara başladı.
Köylüler elbette yine arazilerini korumanın kavgasını veriyorlar. Adalet arıyorlar. Nasıl ki Karadeniz’de yeterli sayıda HES (Hidroelektrik santral) varken, masa başı projelerle yeni HES’ler için dereler yağma ediliyorsa, Kuzey Ege’de de halen faaliyete olan dört JES’e ek olarak daha fazlası isteniyor.
Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği açıklamasında şöyle diyor; “Ayvacık ilçemiz bir süredir jeotermal kaynak arama ve jeotermal enerji santralleri projeleri ile gündemde. Tuzla yakınlarında halen çalışmakta olan dört adet JES var. Bu projelerin tarımsal üretim, yeraltı ve yerüstü sularımıza verdikleri zararları görmekteyiz. Bölgemizin tarımsal, turistik ve kültürel değerlerine zarar verecek yeni jeotermal enerji santralı istemiyoruz. Ayvacık ilçemizin bazı şirketlerin kar hırsı için gözden çıkarılmasına izin verilemez.”
Cengiz Erdil yazdı: Patara’nın Kumları Nereye Gitti?
Bilirkişi Raporuna Dikkat!
Mahkeme daha önce projeyi iptal ederken bilirkişi keşif raporunu dikkate almıştı. Bu raporda, projenin tarım arazileri içinde kaldığı belirtiliyor, sondaj noktasına en yakın yerin topu topu bir kilometre uzaklıkta olduğuna işaret ediyordu.
Ve asıl önemlisi yöre antik alanların varlığı nedeniyle koruma altında ve devlet de burada turizm yatırımlarına öncelik verilmesini istemiş. Gelin görün ki; herhalde ‘Ayağına Sıkmak’ buna denir, şimdi bu alanda enerji yatırımlarına öncelik veriliyor. ‘Elveda turizm, hoş geldin baca gazları’ demek lazım.
Proje sahasının hemen yakınında UNESCO Dünya Mirası geçici listesinde yer alan Assos Antik Kenti, Lamponia Antik Kenti ve Dolmen adı verilen antik dönem mezarları var.
Şirket burada 40 bin dönümlük bir ruhsat alanında JES kaynak arama yapmak istiyor. Oysa 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’na göre, tarım arazisi içerisinde yer alan yöre, aynı zamanda “Türkiye Turizm Stratejisi”ne göre sağlık ve jeotermal turizm gelişim alanı ve zeytin koridoru olarak da biliniyor.
Zeytin koridoru denince aklımıza geldi, meraklıları hatırlar. Meclis’teki torba yasaya yine çaktırmadan ve aceleyle ‘zeytinliklerde maden araması yapılabilir’ maddesi konulmuştu. Son anda iptal edildi.
Bilindiği gibi Zeytin Kanunu gereği zeytinliklere 3 km mesafede enerji ve madencilik projeleri yapılamıyor.
Zeytin Kanunu’nun değişmesinde ısrarlı olan gizli bir el var! Zeytinlikleri faile meçhule götürmek istiyor.
* Bu yazı 24.12.2022 tarihinde Gazete Pencere’de yayımlanmıştır.
2021 yılında dillendirilen söylemle başlayan, daha sonra bu söylem üzerinden kalıbına uydururcasına bir takım yasal değişimlerle beslenen, sonrasında ise genelgeyle kanunların önüne geçildiği bir süreç içindeyiz.
AYŞEM İŞLEYİŞ OĞUZ | Bu süreç içinde yüzlerce sokak hayvanı öldürüldü, işkence edildi, yasaya aykırı toplatıldı, ıssıza atıldı ve sonuç olarak bir şekilde ortadan kaldırıldı. Bu yetmemiş olacak ki siyasi güçle desteklenen, her gün sosyal medyada, mahallemizde bu destekle şiddetlenen kanunsuzluk, İzmir’de bir aileden üç kişinin öldürülmesiyle en üst seviyeye ulaştı.
Toplumsal şiddet o kadar çok körüklendi ki, eline silahı alan sokaklarda ‘adalet’ dağıtmaya, hayvan öldürmeye başladı. Nefret dolu sosyal medya hesapları pervasızca konuşmaya devam etti, halen bu çevreler aleni bir şekilde hız kesmeden nefret söylemlerini yaymaya devam ediyor.
Sokak hayvanları üzerinden başlatılan bu Ortaçağ zihniyeti ile varılmak istenen tek bir amaç olabilir; o da bu ülkenin toplum yapısını bozarak kaos yaratmak, sağlıklı düşüncelerden uzaklaşmak, korku içinde sağlam kararlar verilmemesini sağlamaktır.
Eğer bu yaşananlar söylediğimiz gibi olmasaydı; tarafsızlığını kaybetmiş bir hukukla karşı karşıya kalmaz, hak, hukuk, adalet için veryansın etmezdik… Devlet gereken gücü gösterir, hak edene hakkını adil bir hukukla vererek adaleti teşkil ederdi.
Hangi Ülkede kişilerin Söylemi Kanunların Önünde Değerlendirilir?
Tüm bu yaşatılanların üzerine bir de geçtiğimiz hafta eklenen yeni söylem, bu ülkenin nereye gittiği sorusunu bir kez daha gündeme taşımıştır. Çalışmayan devlet kurumlarının ayıpları ortadayken, her şey kuralına ve kanuna uymuş da sonuç alınamamışçasına tüm fatura yine sokak hayvanlarının canı üzerine yüklenmiştir.
Soruyoruz hangi ülkede kişilerin söylemleri, demeçleri kanunların, yasaların, kuralların önünde değerlendirilir? Cevabı açıktır…
Bugün artık gelinen nokta durup ciddi düşünme ve değerlendirme noktasıdır. Hak ettiğimiz adaleti alamazsak, hak ve hukukumuzu koruyamazsak bu ülkedeki hiçbir canlıyı koruyamayız.
Tüm Canlılarımızla Geleceği Birlikte Var Edeceğiz?
Yasalar kişiye uymaz kişi yasalara uyar. Yasal düzenlemeler bir zümrenin veya topluluğun çıkarına değil toplumun tüm iştiraklerini içine alması gereken düzenlemeler olmalıdır. Yanlış, ters giden ve sonuç alınamayan bir düzenleme, kural, yasa varsa bu ortak akıl, güncel bilimsel adil değerlendirmelerle değiştirilir. Yaptım-söyledim oldu mantığı ile kurumlar yönetilmez.
Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik ve güçler ayrılığı ilkesiyle var olmuş, olmaya da devam edecek bir ülkedir.
Ülkemizin her bir canlısı için insanı, hayvanı, doğası için vicdanları kanatan, adaleti görmezden gelen, yaşam hakkını, yaşatılan kuralsızlıkları değerlendirmeden uygulanmaya çalışılan her düzenlemenin karşısındayız.
Bu ülke hepimizin ve bu ülkenin nereye gideceğine biz karar veririz, vereceğiz çünkü biz halkız. Bizi bölmeye, ayrıştırmaya çalışmak asla sonuç vermeyecektir.
Gelecek hepimizin, tüm canlarımızla geleceği birlikte var edeceğiz…
Zülal Kalkandelen: Sokak Köpeklerine Yasa Dışı Operasyon Hazırlığı Yapılıyor
CENGİZ ERDİL | Siz hiç maden ocağına girdiniz mi? Ben girdim. Gürültülü bir asansörle yerin 200, 300 metre altına inersiniz. Duvarları kurşuni bir tünelden geçip, havanın kurşun gibi ağır olduğu kömür alanına ulaşırsınız. “Halkın dertleri nedir ve dostları kimlerdir?” gibi sorularla meşgul bir muhabirseniz, bunu hayatınızda iki üç defa yapmış olabilirsiniz. Maden işçileri için ise rutin iş. Bazen sabah, bazen de gece vardiyasında yeraltına dalıyorlar. Bence; dünyanın en zor işi. Kaderinde veya fıtratında sadece bu var.
Bizde maden insanları, bir facia yaşanınca akla geliyor, medyanın da gündemine… Sonra unutulup gidiyor. Şimdi Bartın Amasra faciası gündemde. Dünyanın en büyük maden faciaları arasında gösterilen “Soma” unutuldu bile…
Manisa Soma’da 301 madenci yeraltından çıkamadı, onların ölümü üzerinden sekiz yıl geçti. 14 Mayıs 2014 günü Soma maden bölgesindeki kömür kokulu havayı yırtan ambulans haykırışlarına karışan cılız bir ses vardı: “Beni bu ambulansa koymayın, kirlenir… üstüm başım kömür” diyen o madenci unutulmaz bir ayrıntıydı.
Soma unutuldu, sonra Ermenek unutuldu, sırada Amasra var.
Soma’yı unutturmamak için hazırlanan iki rapor da unutuldu. İlki Maden Mühendisleri Odası’nın raporu, diğeri ise TBMM Araştırma Komisyonu Raporu. Tarihe bir şekilde kaydı düşen sonuçları bile sayfalarca olan o iki rapora bir bakalım.
Patara’nın Kumları Nereye Gitti?
Aşırı Kar Hırsı
Her iki raporda da Soma’daki kazanın başlıca nedeni olarak kar hırsı gösterildi. Facianın yaşandığı ocakta 2009 yılında 230 bin ton olan üretim, bir yılda 10 katına çıkarıldı. 2012 yılında üretim iki milyon 800 bin tona yükselmişti. İşçi sayısındaki artış da kaza riskini yükseltti. Yoğun üretim maden sahasının fiziksel dengesini bozdu, madende tehlike “rutin” hale gelmişti.
Maden Mühendisleri Odası’nın raporunda büyük maden kazalarının tümünün taşeron veya rödovans uygulamasının olduğu ocaklarda yaşandığına dikkat çekildi. 1992 yılında Zonguldak Kozlu maden ocağında 263 kişinin yaşamını yitirdiği facianın ardından tüm facialar kamu dışındaki madenlerde gerçekleşmişti.
Denetleme Parası Da Patrondan
Soma’daki ocakta denetim sorunu vardı. Raporda, teknik nezaretçi ve iş güvenliği uzmanlarının denetim elemanı olarak tanımlanmalarına rağmen, ücretlerini denetledikleri işverenden aldıkları vurgulandı. Böyle olunca personelin denetim yetkisini kullanmakta güçlük çektiği ortaya çıktı. Böylece Soma maden ocağı düzenli olarak denetlenmesine rağmen sorunsuz olarak nitelendirildi.
Maden Bitince Sorun Bitmiyor: ‘Giresun Kirlendi, Sırada Balıkesir Var’
Uygun Maske Yoktu
Madende kişisel donanım yetersizdi. Metan gazına karşı karbonmonoksit maskesi taşıma zorunlu ama sayıları yeterli değildi. Maskelerde uygun filtre sistemi de yoktu. Ölüm oranını çok olmasının bir nedeni de buydu.
Meclis Araştırma Komisyonu’nun 283 sayfalık raporunda da şu saptama ilginç…
“Soma faciası Türkiye Cumhuriyeti tarihinin karşılaştığı en büyük, meydan okuyan bir felakettir. Vakit geçirilmeden bilimsel çalışmalara başlanmalıdır. Soma’da yaşanan facianın tekrarlanmamasının tek koşulu; madencilik bilim ve teknolojisine uygun çalışmaktır.”
* Bu yazı 21.10.2022 tarihinde Gazete Pencere’de yayımlanmıştır.
Politika
Helalleşme Sürüyor: Kılıçdaroğlu Açtığı Yoldan Yürümeye Devam Ediyor
2 yıl önce
-
16 Ekim 2022By
Deniz KılıçCumhuriyetimizin ilk yüz yılında en çok tartışılan siyasi konuların başında gelen “başörtüsü” konusu, Cumhuriyet’in ikinci yüz yılına adım atmaya hazırlandığımız bu dönemde yeniden gündem oldu. Bu sefer konuyu gündeme CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu taşıdı.
DENİZ KILIÇ | Son kurultayında kabul edilen “İkinci Yüz Yıla Çağrı Beyannamesi” ile CHP, Cumhuriyet’in ikinci yüz yılına yaklaştığımız bu dönemde Türkiye’nin 5 temel sorununa karşı 13 çözüm önerisi sunuyordu. Aslında CHP, Cumhuriyetin ilk yüz yılında yaşanan sorunları ikinci yüz yılına taşımama kararlılığı sergiliyor. Dolayısıyla burada siyaseten tutarlılık olduğunu, Kılıçdaroğlu’nun son iki yıldaki politikasını takip edenler biliyor.
Kılıçdaroğlu’nun “Helalleşme” başlığı altında attığı adımlar bugüne kadar CHP tarafından konuşulmayan hatta yaklaşılmayan konulardı. Başörtüsü konusu da bu helalleşme programının kapsamında değerlendirmek gerekiyor.
Başörtüsü teklifiyle, CHP iktidarında muhafazakar kesimin endişelenmemesi gerektiğini gösterilmek istendi. Üstelik bunu yaparken de siyasi bir vaatte bulunulmadı. Bir siyasetçi olarak çözüme kavuşturulması için samimi bir adım atıldı. Ana muhalefet partisi olarak konunun yasal güvenceye alınması ve bir daha siyasetin gündeminde olmaması gerektiğini vurguladı.
Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü çıkışı tabi bazı kesimler tarafından da eleştirildi. Bu eleştirilerin de mutlaka dikkate alınması gerekiyor. Ancak şu da bir gerçektir ki, teklif muhafazakar kesimlerce de destek gördü.
Yürüyüş: Kılıçdaroğlu Ne Söyledi, Ne Yaptı ve Şimdi Ne Yapmak İstiyor?
Kılıçdaroğlu Parti Örgütünün Desteğiyle Yürüyor
Konuyu CHP’liler açısından ele almak gerekirse; 23 Eylül’de CHP’nin TBMM grubunun İzmir Seferihisar’da gerçekleşen yeni yasama yılı toplantısı öncesinde konuşan Kemal Kılıçdaroğlu: “Bazen çok fazla bir şey söylemeye gerek yok. Sokaktaki vatandaşımız da biliyor. Ezen sisteme beraber direnmek zorundayız ki bizden sonra geleceklere güzel bir Türkiye bırakabilelim. Biz cesaretle çalışmaya devam edeceğiz. Bu tabloyu değiştirmek zorundayız. Sürekli yürümeye ilerlemeye kararlıyım. Hiçbir şey inandığım yoldan geri çeviremez. Bu ülkeyi seven insanların umutları ve duaları her yerde bizimle birlikte yürüyor.” ifadelerini kullandı.
Aynı konuşmasının devamında Kılıçdaroğlu şu şekilde devam etti; “Özgürlük, doğruluk, adalete susamış halka kurtuluşu beraber getireceğiz ama şunu da artık bilme zorundayım. Gerçekten benimle birlikte misiniz? Bazılarınızın sesi çıkmıyor. Bazılarınızın da isteyerek ya da istemeyerek zarar verdiğini de görüyorum. Ama artık karar verin. Beraber yenecek miyiz, yenmeyecek miyiz? Benimleyseniz benimle olduğunuzu da artık hissetmek istiyorum. Sırtımı size yaslayacağımı bilmek istiyorum.” diyerek partili milletvekillerine çok net bir soru sordu.
Kılıçdaroğlu’nun bu konuşmasında “Kararlı ve cesaretli bir yol açtım ve sonucu ne olursa olsun, bu yolda yürümek istiyorum ancak bu yolda ben yürürken de siz de benimle misiniz?” demek istedi. Buradan bunu anlayabiliyoruz. Salondaki CHP’li vekiller de bunu böyle anladılar ki Kılıçdaroğlu’nu ayakta alkışlayarak “seninleyiz, yanınızdayız” diyerek destek verdi. Bu konuşmanın akabinde başta CHP’liler olmak üzere sosyal medyadan Kılıçdaroğlu’na destek mesajları yayınlandı. ‘Yanındayız Kılıçdaroğlu’ etiketi Twitter’da gündem oldu.
CHP’nin İktidar Manifestosu: İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi
Sorunları Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılına Taşımama Kararlılığı
Özetlemek gerekirse uzun yıllardır iktidar hasreti çeken CHP’liler, liderine açıkça destek verdi. Bu destek sonrasında Kılıçdaroğlu ‘başörtüsü’ konusunu gündeme taşıdı. Yani partisinin de desteğini arakasına alan Kılıçdaroğlu, bundan sonraki süreçte hangi konuyu gündeme taşırsa taşısın parti örgütünün desteğinin yanında olduğunu bilerek davranacaktır.
Kılıçdaroğlu’nun bu çağrısı, CHP tarihinde olduğu gibi Türkiye siyasi tarihi açısından da önemli bir çağrı olarak kayıtlara geçti. Toplumu kucaklamak isteyen, bugüne kadar konuşulmamış hatta konuşulmaya cesaret dahi edilemeyen konuları dile getiren, CHP’yi ve Türkiye’yi Cumhuriyet’in ikinci yüz yılına sorunsuz bir şekilde ulaştırmayı hedefine koyan Kılıçdaroğlu açtığı yolda kararlılıkla yürüyor. Sonuçlarını zaman hepimize gösterecektir.
Bugün 4 Ekim Dünya Hayvanları Koruma Günü… Belirli günler ve haftalar, hiç düşündünüz mü neden kutlanır? Hatırlanması gerekli konuların unutulmaması, bu konuların yeni uygulamalar ile daha iyi bir duruma getirilmesi, farkındalık oluşturulmasıdır esas amaç…
AYŞEM ÖZLEYİŞ OĞUZ | Yüzyıllardır insan yaban hayvanlarını evcilleştirerek kendi çıkarı için kullanmış, yemek, binek ve örtünme ihtiyacını hayvan bedeni üzerinden sağlamıştır.
Teknolojik gelişmeler, yaşam standartlarının genişlemesi ile bu kullanım alanı daralsada asla son bulmamış, devamlı artan insan nüfusu endüstriyel hayvancılık ve bunun yan kollarıyla yeni kullanım alanları ortaya çıkarmıştır.
Bu demek oluyor ki insan denen varlık duygu ve bilinç dünyası insandan farksız olduğu bilimsel olarak kanıtlanan bir canlıyı halen sömürmeye devam etmektedir. Kendini teknolojik olarak yenileyen insan, teknolojiyi hayvanları daha kolay yok etmek, çoğaltmak için kullanmaya başlamış, sömürü genel anlamda hız kesmeden devam etmiştir. Anlaşılıyor ki hayvanın insana en yakın canlı olduğu gerçekliği gelişme göstermemiş, bakış değişmemiş, onların yaşamları insanın elinde oyuncak olmaya devam etmiştir.
Tüm bu ana başlıklar üzerinden devam ettiğimizde laboratuvarlarda üretilen ırklardan, vücuduna delik açılarak beslenmesi kontrol altına alınan hayvanlara kadar çok geniş bir yelpaze insanların kullanımına sunulmuştur. Peki, buna ne zaman dur denilecek? Dünyada alıp başını gitmiş bu sınırsız çoğalım ve tüketim, küresel ısınmanın en etkili nedeni olurken; insan değişmiyor çünkü insan alışkanlıklarından, aç gözlülüğünden vazgeçmiyor!
Ülkemize dönüp baktığımızda da tablo oldukça kötü… Genel olarak sıraladığımızda; birinci sırada son zamanlarda siyasi olarak da köpürtülen sokak hayvanlarının varlığı yer almakta, diğer alanlar tıpkı dünyadaki karşılıkları gibi hız kesmeden sömürü devam etmektedir.
Ülkemizde iyi yönde bir gelişme olarak tanımlanan ve Avrupa Birliği Uyum Süreci kapsamında hayata geçirilen 5199 sayılı HKK ile ilk adım atılmış, belediyelerin hayvan itlafı için bütçe ayırdığı bir ortamdan, döneminde oldukça kapsamlı düşünülmüş bu yasa ile ciddi bir geçiş sağlanmış ve bu yasa 2004 yılında yürürlüğe girmiştir.
Birçok başlığı içinde barındıran yasayı hayvanların kullanıldığı alanlar üzerinden değerlendirdiğimizde çok eksik kaldığı açıktır ve bunun sonuçlarını da en acı şekilde yaşayarak görmekteyiz.
Hayvanların yaşam haklarında dünyadaki ilk büyük adım Cambrige Bilinç Deklarasyonu, ikinci büyük adım da henüz yeni açıklanan Hayvanların İstismarına ilişkin Montreal Deklarasyonu’dur. Montreal Deklarasyonu aralarında Türkiye’nin de olduğu 39 ülkeden 400’den fazla ahlak ve siyaset felsefesinde uzmanlaşmış akademisyenin, kendi alanlarındaki mevcut bilgilere dayanarak hayvan sömürüsünün adaletsizliğini ilan ettiği bir açıklamadır. Bu iki çok değerli ve önemli açıklama hayvana bakışımızın ne kadar ilkel ve geri kaldığının da bir kanıtıdır.
Ülkemizde hayvanların yaşam hakkı konusunda bir ilerleme kaydedilmiş gibi görünse de bu gerçekte kesinlikle var olmamıştır. En basit açıklamayla yasa uygulanmamış, yasada yeni düzenlemeler yapılarak hayvanların mal değil can üzerinden değerlendirilmesi de hiçbir işe yaramamıştır. Bugün sokak hayvanları sorunu, köpek sorunu diyerek ortalıkta yaygara koparanlar güçler ayrılığı ilkesini alenen çiğnemiş siyasiler ve onların çirkin uzantılarıdır.
Mış gibi yapılarak, bir ileri iki geri yönetim anlayışıyla bizler hiçbir canlının yaşam hakkını koruyamayız. Her konuda olduğu gibi bu konuda da çözüm hukuğun üstünlüğü, uygulamadaki düzen, kurumların etik yapılanması, kontrol mekanizması, yaptırım gücünün varlığıyla mümkündür.
En yakın gelecekte aklın, bilginin ve bilimselliğin üstün geldiği bir düzen içinde sorunların çözümünü sağlayıp gerçekten kutlanacak bir 4 Ekim yaşamak dileğiyle…
Alacakaranlık günlerden geçiyoruz. Hem ülkemiz hem de dünyada durum böyle; her bölümü merak ve heyecanla başlayan, endişeyle sona eren ama her dakikasında tedirginlik hakim olan uzun soluklu bir televizyon dizisinde yaşar gibiyiz. Salgın, deprem, savaş, ekonomik kriz, ekolojik kriz, gıda krizi; kriz, kriz, kriz… Ama bir yandan da her fırsatta her dik duruşta tazelenen umut.
Murat Büyükyılmaz | Türkiye açısından ise 20 yıldır süren dizi herkesi sıktı, kabak tadı verdi, başrol oyuncusu tek adam ve sülalesi dışında herkes artık bitmesi gerektiğinde hemfikir. Yerine neyin gösterime gireceği ise henüz belli değil…
Gittikçe daha da ısınan Türkiye siyasetinde 6’lı masanın ne kadar sağlam olduğu, Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayının içeriden mi dışarıdan mı olacağı, Türkiye’nin üçüncü ittifakı olarak ilan edilen Emek ve Özgürlük ittifakının oy oranının ne ve Cumhurbaşkanı adayının kim olacağı gibi pek çok konu her geçen gün daha da hararetle tartışılıyor.
Elbette uzun süredir beklenen ve artık zirveye ulaşan değişim isteğinin sık sık erkenden yapılması dillendirilen seçimlerin nihayet yaklaşması ile bu başlıkların ilgi çekmesi ve tartışılması normal. Ama sadece bunların tartışılması, işte o bence çok anormal.
Diyelim ki masa sapasağlam, diyelim ki masadan biri aday gösterildi, diyelim ki Emek ve Özgürlük İttifakı da yüzde 15 oy alıyor ve ilk turdan Millet İttifakı’nın adayını destekliyor ve bir cumhurbaşkanı seçiyoruz-seçtik. Herkese hayırlı olsun…
Peki bu Cumhurbaşkanı girişte saydığımız içkin ya da içselleşen yapısal sorunlara ve çelişkilere nasıl müdahale edecek? Yahu tek başına istediğini yapabilme yetkisini teslim edeceğimiz bu insan bu kadar çelişkili ve derinleşmiş sorunları hangi fikirleri yaşama geçirerek çözüme kavuşturacak?
Kazım İsyandır: Hepsinden Önemlisi Bir Devrimciydi
Önce memleketin temel sorunlarını tespit etmek gerekiyor…
Erdoğan’ın istemeye istemeye veda edeceği koltuğu sırtlayıp Çankaya’ya taşıyacak muhtemel isimlerin en önde geleni olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Lideri ve İzmir Milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun 25 Temmuz 2020 tarihinde Partisinin “İktidar Kurultayı”nda kamuoyu ile paylaştığı İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi’nde yer alan Tek Kişilik Saray Hükümeti yönetiminde Türkiye’nin karşı karşıya bırakıldığı 5 temel sorun tarifi, temel sorunlarımız tartışmasına makul bir başlangıç zemini sağlıyor.
– Demokrasi sadece kâğıt üstünde kalmıştır. Yasama, yargı ve medya bir kişinin vesayeti altındadır.
– Ekonomik bağımsızlığımız tehlike altındadır.
– Vatandaştan toplanan vergilerin ve yapılan borçlanmaların büyük bir kısmı içeride ve dışarıda bir avuç çıkarcıya aktarılırken, milletimiz korkunç bir işsizliğe mahkûm edilmektedir.
– Dış politikada, egemen güçlerin taleplerine boyun eğen bir Türkiye profili ortaya çıkmıştır.
– Sürekli değişen eğitim politikalarıyla, Türkiye bilgi çağından koparılmıştır. Çocuklarımız eğitimde adeta denek olarak kullanılmaktadır.
– Etnik kimlik, yaşam tarzı ve inanç eksenli siyasetle toplumsal barışımız derin yara almıştır. “Tek Kişilik Saray Hükümeti”, iktidarını sürdürmek için kamplaşmayı, kutuplaşmayı ve ayrışmayı çözüm olarak sürdürmektedir.
Elbette bu başlıklar genişletilmeye ve derinleştirilmeye muhtaç; fakat sadece isim tartışmasının ötesine geçen bir çözüm paradigmasının başlangıç zeminini oluşturması açısından bile değerli.
Kısacası; gerçek sorunlarımızı masaya yatırıp gerçek çözümler önerecek fikirlerimizi tartışmamız gerekiyor.
Erdoğan’ın ardından Türkiye’nin Cumhurbaşkanının kim olacağını tartışırken aday arayışının 6’lı masanın dışına taşması gerektiğini ifade eden Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş’ın, “Yurttaşı özne kılalım. Aday belirleme sürecinde kadın örgütlerini, gençlik örgütlerini, kitle örgütlerini çağırın ve dinleyin. Aday belirleme süreci 6’lı Masa’nın dışına taşmak zorunda.” önerisi, aday isim arayışının ötesinde; Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılına girerken karşı karşıya bırakıldığımız sorunlara nasıl bir iktidar fikri ile müdahale edeceğimizin, toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla belirlenmesi açısından son derece önemli.
İkinci yüzyılı kiminle açacağımızın ötesinde, hangi sorunlara hangi fikirlerle çözüm bulacağımız en önemli soru olarak ortada duruyor: Cumhuriyetin ikinci yüzyılını hangi fikirlerle inşa edeceğiz?
CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun açtığı İkinci Yüzyıl arayışının gerçek sorunlara gerçek çözümler bulabilmek üzere tüm başlıklarda ve tüm toplumsal kesimlerle sürdürmeye ihtiyacımız var ve bu hatta tartışmaya devam edeceğiz.